Türkiye'nin kişi başına düşen su miktarı son 50 yılda dörtte bir oranında azaldı. Prof. Dr. Halil Karahan, su yönetimi için 'acil iş birliği' yapılması gerektiğini vurguluyor.
Türkiye’de su yönetimi ciddi bir şekilde ele alınmazsa sıkıntı büyük. Sadece kuraklık değil sorun, aynı zamanda üretimin de sekteye uğraması.
Ayrıca yüz yılda bir görülen sel ve taşkınlar için de kötü ve çarpık kentleşme nedeniyle tehlike çanları çalıyor. Pamukkale Üniversitesi Mühendislik Fakültesi Hidrolik Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Halil Karahan, "Su yönetimi için kurumlar arası koordineli çalışmalar yapılmalı. İklim değişikliği yarının en temel sorunu" diyor.
Resmen su fakiriyiz. Artık bunu görmek gerek. Yaşamsal sorun ve sonuçları ortada. Buna rağmen ‘Daha zaman var’ yaklaşımı ise büyük bir felaket. Önlem alma zamanı. Hem suyun doğru yönetilmesi, hem tasarruf yapılması, hem de insanlığı tehdit eden sancıların ortadan kaldırılması anlamında.
Prof. Karahan’a göre, hızlı nüfus artışı ve sanayileşme nedeniyle su tüketimi büyük artış gösteriyor. Üstelik su kaynakları da kirleniyor. Bu o kadar büyük bir sorun ki. Artık ciddi bir su yönetimi temel konumuz. Bakanlıklar, yerel yönetimler, üniversiteler, bilim insanları ve sivil toplum bu konuda bir an önce el ele vermeli.
Hiç zaman kalmadı!
Çalışmaları dünya çapında referans bulan saygın bilim insanı Prof. Karahan, Türkiye’nin ortalama yağış dağılımına, barajlardaki doluluk oranının azalmasına ve sulama konusunda mutlaka ihtiyaç duyulan zamanlar için doğru planlama yapılmasına dikkat çekiyor. En çok yağış alan iki merkezimiz Rize ve Marmaris.
Yağışı tutmalı, korumalı, ihtiyaç duyulan zamanda kullanmalıyız. Bu konuda başta yer altı barajları olmak üzere çalışmalar var. Ama yetersiz. Konuya önce su eğitimi ve tasarrufundan başlamalıyız.
Karahan, iklim değişikliğinin asıl etkilerinin 2050’den sonra görüleceği düşüncesinde. ‘Daha zaman var’ diyenlere hemen söyleyeyim, zaman yok! İş işten geçmeden gelecek kuşaklar adına doğru planlama, üretim ve yatırımı yapmak zorundayız.
Akıp gidiyor
Prof. Halil Karahan’a göre, 215 meteoroloji istasyonunun 1950 ve 2020 yılları arasını kapsayan yağış gözlemlerini değerlendirdiğimizde benzer pek çok döngüsel kuraklık sürecinin yaşandığını görmekteyiz. Aslında daha öncede kuraklık yaşadık, ama bu kadar sorunsal ve gündemde değildi. Nüfus, tüketim, sanayileşme temel alındığında...
Halil Hoca, şunları anlatıyor:
"Suyu özenli kullanmalı, kuraklık olan bölgelerde çiftçiyi kuru tarıma teşvik etmeli, bu alanda bilimsel çalışmalar yürütmeli ve tarımdaki sulama yöntemlerinde değişikliğe gitmeliyiz. Özellikle 1980’lerden sonra kentleşme arttı, betonlaşma yoğunlaştı ve yağışlar sonucu akışa geçen su miktarı dört katına çıktı. Bu sular uygun yerlerde yapılacak kuşaklama kanalları aracılığıyla şehirlerin dışına uygun su yolları ile taşınmalı. Önceki yıllarda akışa geçen su miktarı toplam yağışın yüzde 15’i civarında iken şimdilerde bu oran yüzde 80’e ulaştı. Örneğin, Denizli’de her yıl meydana gelen en şiddetli yağışın oluşturduğu akış, geçmiş yıllarda yüz yılda bir meydana gelen yağışın oluşturduğu akışa eşit. Bu nedenle yüz yılda bir tekrarlanma olasılığı bulunan yağışların oluşturacağı akımların çok daha yüksek düzeyde olacağını, bunun sonucunda da ciddi can ve mal kayıplarının yaşanması riskinin bulunduğunu dikkate almalıyız. Kent imar planlarında kuru dere yataklarının ıslah edilerek korunması ve yerleşime açılmaması, açılmış olan bölgelerin de kentsel dönüşüm süreçleriyle düzeltilmesi zorunlu."
Yağmur depolanmalı
Prof. Karahan, şunları ekliyor:
"Yerleşim yerlerinde, uygun yerlerde yağmur suyu geciktirme hazneleri yapılmalı, ayrıca yağmur suyunun en kısa yoldan depolama sistemlerine ulaşması sağlanmalıdır. Bu su kanalizasyon şebekesine verilmeden sulama başta olmak üzere kullanım için değerlendirilmeli. Ülkemizde 1960’lı yıllarda kişi başına düşen su miktarı yıllık 4 bin metreküp iken 2030’da bu miktar bin metreküpün altına düşecektir. Bu yüzden suyu özenli kullanmalıyız."
‘Doğal, organik, köy ürünü’ oyunu…
Son yılların en ilginç pazarlama taktiği bu. Her yerde gözlemliyorum ki, tutuyor. Pandemiden kaçan bu oyuna geliyor. Oyun diyorum, çünkü maalesef büyük bölümü ‘kandırmaca’. Gerçekle, doğallıkla, saflıkla alakası yok. Bir araya gelerek kendi ürünlerini satan, kooperatifleşen kadınlarımızı, çiftçilerimizi, köylülerimizi, girişimcilerimizi ayırıyorum. Ama sokak aralarında, yol kenarlarında ne idüğü belirsiz kişilerce satılan ürünler riskli. Çoğu ‘yalan’.
İçeriklerini yazsam, felaket’. Evet, her yerde moda oldu. ‘Doğal ve organik ürünler’. ‘Ev yapımı, anne yapımı’. ‘Köy ürünü, köylünün elinden, sofrasından, bağından’.
Zeytinyağı, peynir, tereyağı, süt, reçel, bal, ekmek, buğday ürünleri, hardal, macun, marmelat, kudret narı... Daha birçok ürün. Bunların onayı olmalı. Tarım Bakanlığı’nın verdiği belge... İçeriğinde ne olduğu, nerede, nasıl yetiştirildiği, üretildiği, mamul haline geldiği bilinmeli. Üreticinin gıda sertifikası, ürettiği yerin adresi, koşulları, sicil notları olmalı. Ama yok! ‘Doğal’ ve ‘organik’ diyorlar ama belki değil.
Bilim insanları, ilgililer, “Sokakta, yolda, yol kenarında her organik diye satılana kanmayın. Çoğu katkı maddeli ya da zararlı ürün. Sertifika sorun, kooperatif ürünlerine ve bakanlık onayına bakın” diyorlar. Daha ne desinler?
Kimyasallara denetim
Son dönemde kamuoyunda büyük tepki çeken ve özellikle tarımda yoğun kullanılan kimyasallara yönelik denetimler arttı. Bu denetimler değerli ve önemli. Tarım Bakanlığı doğru yapıyor.
Zararlı yabani ot ve böcekleri öldüren bu kimyasallar genel anlamda pestisit olarak değerlendiriliyor. Sebze ve meyvelerin en az ziyanla toplanmasını sağlıyor. Ama sorunlar var. Bu kimyasallar yabani otlar dışında diğer canlılara da zarar veriyor ve bu yüzden kullanımı konusunda eleştiriler var. Birçok ülke bu konuda ciddi önlemleri devreye soktu.
Elbette bu kimyasalların insan sağlığına da zarar verdiği ileri sürülüyor. İyi yıkanmayan gıdalardan insanlara zarar verme sorunu da önemli. Birçok bilim insanı tepkili, “İnsanları da zehirliyor. Alerjik sorunlar yaratıyor ve zehirlenme vakaları çoğalıyor” görüşünde.
Beklentiler farklı...
Tarım Kredi Kooperatifleri marketleri bir süreden beri gündemde. Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın da bu konuya önem verdiği ortada. Ne var ki, kapalı kapılar ardında istenmedik gelişmeler yaşanıyor. Tarım Kredi Kooperatifleri marketleri piyasadan ve üreticiden ucuz ürün alma görevini üstlenmeli. Oysa tablo farklı. Burada da endüstriyel ürünler lobisi hakim. İçeriği bu kooperatiflerin mantığı ile bağdaşmayan bazı ürünlerin buralarda satıldığı iddia ediliyor. Oysa beklenti farklı. Üreticiden al, tüketiciye ucuza sat. Şu anda yapılan bazı işlemler buna uymuyor. Neden İç Anadolu’dan soğan, Ege’den patates ucuza alınıp buralarda satılmıyor. Marketleri çoğaltmak sadece piyasa dengelerinde belli dönemlerde etkin. Ama ya oluşan maliyet? Ya personel girdileri? Oysa “Aynı işi bakkallarla çözmek mümkün” dedim, olumlu tepkiler geldi. Hâlâ mümkün.