Yard. Doç. Dr. Maya Arakon
İstanbul’da 1972 yılında doğan Maya Arakon, Notre Dame de Sion Fransız Kız Lisesi’nden mezun oldu. Marmara Üniversitesi Fransızca Kamu Yönetimi bölümünde lisans eğitimini tamamladıktan sonra Marmara Üniversitesi Avrupa Topluluğu Enstitüsü’nde yüksek lisans yapan Arakon, Strasbourg Üniversitesi Siyaset ve Hukuk Bilimleri Fakültesi’nde doktora ve Paris Üniversitesi Siyasal Bilimler Enstitüsü’nde post-doktora eğitimlerini yüksek başarı derecesiyle tamamladı. Arakon’un post-doktora çalışması 2009 yılında Bilgi Üniversitesi yayınları tarafından basıldı. 2006-2007 yıllarında RED dergisinde Genel Yayın Yönetmenliği yapan Arakon, Yeditepe Üniversitesi İngilizce Siyaset Bilimi ve Uluslararası ilişkiler Bölümü’nde de görev yaptı. Arakon’un siyasi analiz yazıları 2007 yılından beri çeşitli gazete ve dergilerde yayınlanmaktadır.
Türkiye Barış Meclisi’nin düzenlediği çalıştaya katılmak için Diyarbakırdaydım. Barış süreci konusunda Fırat’ın iki yakasındaki algının oldukça farklı olduğunu söylemeliyim. Bir konuşmacı “Hem Öcalan’la görüşüyorlar, hem de başımızın üstünden savaş uçakları kalkıp Kandil’i bombalamaya devam ediyor! Bu nasıl barıştır?” diye soruyor.
Prof. Dr. Umut Özkırımlı
Orta ve lise öğrenimini Saint Joseph Fransız Lisesi’nde yaptı. 1994 yılında Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü’nden mezun olan Özkırımlı, yüksek lisans eğitimini The London School of Economics and Political Science’da, doktora eğitiminiyse İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde tamamladı. 2005 yılında Doçentlik derecesini alan Özkırımlı halen İstanbul Bilgi Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde öğretim üyesi, The London School of Economics, Avrupa Enstitüsü ile Lund Üniversitesi Ortadoğu Araştırmaları Merkezi ve Malmö Üniversitesi Küresel Siyasi Çalışmalar Bölümü’nde misafir araştırmacı olarak görev yapmaktadır. Özkırımlı, Harry Tzimitras ile birlikte İstanbul Bilgi Üniversitesi Avrupa Birliği Enstitüsü bünyesindeki Türk-Yunan Çalışmaları Programı’nın Direktörlüğünü de yürütmektedir.
CHP milletvekili Birgül Ayman Güler’in Türkiye’nin altına imza attığı bazı uluslararası sözleşmelere göre rahatlıkla “nefret suçu” kapsamında değerlendirilebilecek olan “(bana) Türk ulusuyla Kürt milliyetini eşit, eş değerde gördüremezsiniz” sözlerinin ardından Türkiye yeniden
Akkan Suver
26 Mayıs 2008 tarihinde Montenegro Devleti tarafından İstanbul’a fahri başkonsolos olarak atanan Dr. Akkan Suver halen Marmara Grubu Vakfı’nın başkanlığını yürütmektedir.1998 yılından beri aralıksız olarak gerçekleşen Avrasya Ekonomi Zirveleri’nin kurucusu olan Dr. Akkan Suver, Azerbaycan Tefekkür Üniversitesi tarafından fahri doktora, Kırgızistan Bişkek Üniversitesi tarafından fahri profesörlük unvanı ile taltif edilmiştir. Geride bıraktığımız yıllarda, Türkiye’de başlattığı daha sonra uluslararası barış alanında gerçekleştirdiği kültürlerarası diyalog çalışmalarından dolayı 2007 yılında Papa 16. Benedictus tarafından Papalık Madalyası ile onurlandırılan Dr. Suver’e bugüne kadar Azerbaycan Devleti tarafından 2 madalya, Moğolistan Devleti tarafından 3 madalya ve Moldova - Gagavuzya tarafından da 3 madalya verilmiştir.
26 Şubat 1992, Azerbaycan’ın Hocalı Kenti’nde Ermeni askeri birlikleri tarafından yüzlerce sivilin görülmemiş işkencelerle öldürülmesinin ve cesetlerinin sergilenmesinin tarihidir.
Geçen yüzyılın son yıllarında, uygar dünyanın gözü önünde gerçekleştirilen bu soykırım; Birleşmiş Milletler’in 9 Aralık 1948 tarihinde aldığı ‘Soykırım Suçunun
Aysun Kayacı yalnız sayılmaz; hani, şu söylediğinde: “Benim oyumla çobanınki nasıl aynı oluyor”. Pek çok kişinin paylaştığı zihin-altı bir kavrayış bu. İçinden geçirip açıkça söylemekten çekinenlerin de olduğunu etrafımızdan biliriz. Bunu, seçim veya halk oylamalarında beklediğini bulamayan ve bu yüzden şaşıran bir kısım “okumuşların” tipik refleksi olarak görmek mümkündür. Çünkü bu çerçeveden yapılan seçim analizi, yukarıdan bakan edayla bazen “Hasolar, Memolar”, bazen “ayak takımı”, bazen de “baldırı çıplaklar” denilen halkın (belki çoğunluğun diye okumak gerek) cehaletine bağlanarak dipteki asıl gerçek nedenlere inmez.
Üstelik bu inandığını, sahip olduğu siyasi üstünlüklerini kullanarak sokak eylemlerinde, tv programlarında, gazete köşelerinde, e-postalarda, tartışma forumlarında velhasıl imkân bulduğu her ortamda gür sesiyle bağırmaktan geri durmayan ve incitici dil kullanmaktan çekinmeyen tutumuyla açıklamaya çabalar. Böylesi bir anlayışın götürdüğü -sanırım “sakat”- sonuç şudur: Kendini avamdan ayrı bir kültür evreninde gören elitler “üstün vasıflarından dolayı” seçilmelidir; geri kalan diğer kesimler ise “aşağı” oldukları için yönetilmelidir.
Peki öyle olsa seçimler
Italo Calvino’nun benzersiz anlatısı Görünmez Kentler şöyle başlar: “İnsan oradan yola çıkar, üç gün hep doğuya giderse, Diomira’da bulur kendisini. Kentin altmış gümüş kubbesi, bütün tanrıların bronzdan heykelleri, kalay kaplı yolları, kristal bir tiyatrosu, bir kulenin tepesinde her sabah öten altın bir horozu vardır.”
Kuşkusuz onun anlattığı mitolojik bir kent olmasa da düşseldir. Ama olmayan, yaşanmayan bir zamanın kenti değildir gene de. Anlatısının kahramanı Venedikli Marco Polo, gidip ülkesine vardığı Tatar imparatoru Kubilay Han’a yolda gördüğü kentleri anlatır. Anlatıcı düşsel bir örgü içinde kentlerin ruhuna dönük bir yolculuğa çıkar aslında. Olmayacak kentleri değil, “görünmez kentleri” anlatır.
Bir zaman bakışı içinde sıralanan kentlerin sırlı yanlarına dönük öylesine şeylerden söz eder ki Calvino, özlenesi bir dünyanın nasıl yitirildiğine de hayıflanırsınız ister istemez. Bu bir anlatıdır deyip geçemezsiniz! İnsanlar bir zamanlar demek ki böyle kentler kurmuşlar diye de bir düşünceye kapılırsınız. Ütopya değil gerçektir Gırnata. Ya Isfahan’a ne demeli? Tebriz, Bakü... Kadim doğu kentlerinin öyküsünü araladığınız da daha niceleri çıkar karşınıza.
‘Eski
Muhsin Yazıcıoğlu ölümünden iki yıl kadar önce “ Neden örgütlerinizi kontrol altına almıyorsunuz?” sorusunu , “Bunu önlemek için elimden geleni yapıyorum ama bir yere kadar. Bizim tarlayı çok önceden sürmüşler” diye cevaplamıştı. Birlikte katıldığımız bir TV programının reklam molasında ona bu cümlesini hatırlatıp “Tam olarak ne demek istediğini” sordum. Cevabı hem yalın hem anlamlıydı:
- Çevremizde bizden olmayan ama bizimle olan, hakim olamadığımız bir sürü genç görüyorum. Bizim tarlayı sürmüşler, dediğim işte bu. Ama sürülü tarla sırf bizimkinden ibaret değil.
Her soydan parti
Sinop’ta ve Samsun’da BDP milletvekillerini kuşatıp terör estiren ve sonunda gezinin yarım kalmasını “başaran” gençler büyük olasılıkla sürülmüş tarlaların yeşermiş tohumlarıydı. Her boydan ve soydan ve partidendiler. O yüzden saldırıyı şu ya da bu partiye yüklemek pek doğru değil.
Üstelik sürülü tarlaların sadece Karadeniz kıyılarındaki kent ve kasabalar olduğunu ileri sürmek de yanlış. Karadeniz tarlaları belki daha bitek, daha verimlidir ama İzmir’de BDP konvoyuna fırlatacağı taşla birlikte görüntülenen düşük kemerli, göbeği açıkta sarışın genç kadın ile Sinop’ta taş atan, otomobil
2000 yılından beri her 21 Şubat “Dünya Anadil Günü” olarak kutlanıyor. UNESCO’nun, “Tehlike Altındaki Diller Atlası”na göre dünyada dillerin 200’ü son üç kuşakta kayboldu, 2 bin 300’ü kaybolma riski altında. Bugün, dünyada konuşulan dillerin (6.000 civarında) yüzde 90’ının yok olma tehlikesiyle karşı karşıya.
UNESCO’nun tahminlerine göre 21. Yüzyılın sonuna kadar var olan dillerin yüzde 50’si yok olacak. Aynı belgede Türkiye’de 15 dilin tehlike altında olduğu vurgulanıyor. Söz konusu Atlasa göre yakın tarihte Türkiye’deki üç dil kayboldu. Kaybolan Kapadokya Yunancası, dünyada da son derece tehlike altında. Diyarbakır Lice’deki Kamışlı köyünde konuşulan Mlahso Suriye’ye göçen köylülerden İbrahim Hanna’nın 1995’te ölümüyle bitti.
Ortak bir sorun
Ubıhça da Tevfik Esenç’in 1992’de ölmesiyle kayboldu. Yukarıdaki bilgilerden anlaşılacağı üzere aslında kutlama yapılacak bir durum yok ortada. Dolayısıyla bugün vesilesiyle, dünyada konuşulan dillerin korunması, dil temelli kısıtlamaların ve hak ihlallerinin sona ermesine yönelik bilgi ve bilincin yükseltilmesine matuf faaliyetler yoğunluk kazanıyor.
Dil hakları denince akla anadilde eğitim (hakkı), anadilde yayın (hakkı),
Avrupa Birliği (AB) hala 2008 krizinin etkisinden çıkmaya çalışadursun Türkiye, 2012 yılını ‘İyi ki Euro bölgesine girmemişiz’ , ‘AB krizdeyken Türkiye büyüdü’ , ‘Onlar bize muhtaç’ gibi söylemlerle geçirdi. Büyüyen pastadan dilimlerin eşit dağılmadığına dair birkaç cılız ses de yüzdelerin ve dünya ekonomileri içinde hızla yükselen sıramızın gölgesinde kaldı. İnsani gelişme endekslerine bakmak çoğumuzun aklına bile gelmedi. 2007’den beri zaten iyice yokuşa sürülen ve Türkiye kamuoyu nezdinde soğuyan üyelik sürecimiz Euro krizi ile cazibesini iyice kaybetti.
2008 başlarında ilk işaretlerini veren ve aynı yılın üçüncü çeyreğinde iyice derinleşen kriz, emek piyasaları üzerinde tahmin edilen olumsuz etkilerini gösterdi. Peki, kriz AB emek piyasalarının kuşkusuz en savunmasız gruplarından biri olan göçmenleri nasıl etkiledi?
Kriz ve Göç:
Akademik birçok incelemenin yanı sıra, krizi takip eden 2009 ve 2010 yıllarında Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü (OECD), Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) ve Dünya Bankası (WB) gibi uluslararası kuruluşlar raporlarında krizin yoksul göçmenlerin zaten kötü olan sosyo-ekonomik durumlarının nasıl daha da kötüleştirdiğini istatistiklerle