Türkiye’nin son birkaç yılın kayıtsızlığından bir an önce kurtulması ve Türkiye-AB ilişkilerinin yeni bir vizyonla canlandırılması gerekmektedir. AB’nin yaşadığı ve daha bir süre devam edeceği anlaşılan ekonomik krizi, yeniden şekillenmesi kaçınılmaz olan Avrupa mimarisinde Türkiye’ye uygun bir yer açmanın fırsatı olarak değerlendirmekte fayda vardır.
Adalet ve Kalkınma Partisi’nin dış politika performansını genel hatları ile iki ayrı döneme ayırıyorum. 2002’den 2008 sonlarına kadar uzatılabilecek önemde izlenen dış politika, büyük ölçüde yenilikçi, bazı kalıp ve ezberleri bozan, iç politika ile tutarlı, Türkiye’nin önceliklerini hiçbir kuşkuya yer bırakmadan tanımlamış bir siyasal tercihler bütününü yansıtmaktaydı. Bu döneme damga vuran en temel konuda AKP, başta kendi tabanından gelebilecek tepkileri göğüslemeyi göze alarak cesur bir politika izleyebilmişti. Sayın Erdoğan’ın daha başbakan olmadan, parti başkanı sıfatıyla AB'nin 2002 aralık ayındaki Kopenhag zirvesine Başbakan sayın Gül ile birlikte katılışı, bunun öncesinde de bir dizi AB başkentini ziyaret ederek diplomatik girişimlerde bulunuşu, AKP'nin AB üyeliğini temel bir tercih olarak benimsediğini göstermesi bakımından çok önemliydi. Çoğuna tanıklık ettiğim bu girişimler sırasında sayın Erdoğan’ın reformcu ve halkının güvenini kazanmış bir siyasi lider olarak muhatapları üzerinde çok olumlu izlenimler bıraktığını söylemem gerekir.
AKP iktidarı, yıllardır uluslararası kamuoyunda çözümsüzlük sorumluluğu Türkiye’nin üzerine atılmış olan Kıbrıs sorununda da ezber bozan bir tavır almış ve Annan planına evet demiştir. Bu planın, Kıbrıs’ta iki taraf arasında BM gözetiminde yıllardır süren müzakerelerin ortak paydalarını esas almasına karşın, özellikle Türkiye içindeki güçlü bürokratik direnişi kırmak kolay değildi. Ancak, en kritik dönemeçlerden biri olan Aralık 2002 AB Kopenhag zirvesinde ve daha sonra son bir şans olarak ortaya çıkan Lahey toplantısında, Annan planına ya evet demek ya da AB üyeliğini feda etmek riski ile karşı karşıya kalmış olan Kıbrıs Rum Yönetimi'ni bu tercih sorumluluğundan kurtaran da bu direniş olmuştur.
AB üyeliğini güvence altına aldıktan sonra Ada'da siyasi çözüme karşı çıkıp, kendi koşullarını dikte etmeye çalışan Kıbrıs Rum Yönetimi, bir yandan da Gümrük Birliği’nin Kıbrıs’a uygulanmaması gerekçesi ile Türkiye’nin AB üyelik müzakerelerini bloke etmeye devam etmektedir.
Bu dönemde öncelikleri iyi belirlenmiş, istikrarlı ve çok yönlü bir dış politika görüyoruz. Türk dış politikası, seçici hafıza bir kenara bırakıldığında, eski dönemlerde de hiçbir zaman tek yönlü olmamıştır. Nasıl ki, soğuk savaşın ortasında, bugün dahi Türkiye’nin en büyük sanayi tesisleri Sovyetler Birliği’nin teknik ve mali yardımları ile gerçekleştirilmiş, Türk müteahhitlik sektörünün Libya’dan başlayarak dışa açılmasında rahmetli Ecevit’in çabaları olmuş ise, rahmetli Özal’ın vizyonu ile hız kazanmış Türkiye’nin dışa açılma sürecinde Orta Doğu ve eski Sovyetler Birliği coğrafyası başlıca hareket sahası olmuştur. Bu dönemlere ait kalıcı eserler Türk ekonomisine ve dış politikasına yeni pencereler açmıştır.
Uzun süren siyasi istikrarsızlık döneminden sonra tek başına iktidara gelmeyi başaran Adalet ve Kalkınma Partisi, ilk hükümet döneminde, bir yandan 2001 krizinden çıkış için koalisyon hükümetinin hazırlattığı ekonomik istikrar programına sahip çıkmış ve bu programı titizlilikle uygulamış,diğer yandan başta Kopenhag siyasi kriterleri olmak üzere AB ulusal programını benimseyerek reform sürecine hız vermiştir. Demokratik reform amacıyla atılan adımlar ve ekonomik büyümede sağlanan başarılar Türkiye’yi yükselen bir güç olarak ortaya çıkaran temel faktörler olarak görülebilir.
İlginçtir ki, özellikle orta doğu başta olmak üzere yakın coğrafyamızda Türkiye’nin ilgi odağı haline gelmesi, kendilerine benzemesinden değil, tam tersine ortak bir kültür mirasına karşın benzememesinden kaynaklanmıştır. Kendi ülkelerinin baskıcı otoriter yönetimlerine karşın Türkiye’nin bireysel özgürlükleri genişletmesi, düşünce ve ifade özgürlüğü alanlarındaki kısıtlamaları kaldırması, istikrarlı bir ekonomik büyüme performansı yakalaması ilgi ile izlenen bir gelişme olarak dikkat çekmiştir.
Türk dış politikasına ilişkin soru işaretleri, haksız olduğunu düşündüğüm eksen kayması tartışmaları bu döneme değil,bundan sonrasına ve daha yakın tarihe rastlar. Ancak, 2008 sonrasında gördüğüm dış politikadaki bazı olumsuzların sorumluluğunu sadece Türkiye’ye yüklemek de haksızlık olacaktır. AB ile üyelik müzakerelerinin başlamasının hemen sonrasında, birliğin iki büyük, kurucu ülkesi Almanya ve Fransa Türkiye’nin üyelik hedefini sorgulamaya başlamışlardır. 'imtiyazlı ortaklık’ gibi ne olduğu belirsiz ve hedef saptırıcı bir kavram üzerinden Türkiye’yi tartışmaya açmışlar ve Fransa örneğinde olduğu gibi bazı temel müzakere başlıklarının açılışına engel olmuşlardır. AB Konseyi ise, kendi kural ve kriterlerini yok sayarak, sırf merkezi ve Doğu Avrupa ülkelerini üye yapabilmek için birliğe üye aldığı Kıbrıs Rum Yönetimi'nin Türkiye’yi engelleme politikasına alet olmuştur.
Sayın Başbakan’ın, Türkiye’nin AB üyeliğine atfettiği sözel önem devam etmekle birlikte bir hayal kırıklığı yaşandığı da açıktır. Avrupa’nın ve bazı AB üyelerinin içine düştüğü ekonomik krize yer yer kırıcı ifadelerle atıfta bulunulmasında, hem bu hayal kırıklığının hem de artan özgüvenin rolü olduğunu düşünmek mümkündür.
Ancak dış politik duygularla yapılabilecek bir iş değildir. Hele hele böbürlenme uluslararası planda zarif kaçmaz. Yıllarca konuşmalarının içine ‘bölgenin en büyük, en güçlü ülkesi Türkiye’ tanımlamalarını koyan bürokrat arkadaşlarıma veya siyasilere ‘Bırakınız bunları siz değil de bölge ülkeleri söylesin’ dediğimi anımsıyorum. Dış politika hassas terazilerde ölçülmesi gereken ulusal çıkar bütünlüğünü sürdürebilme uğraşıdır. Soğuk savaşın bitmesinden sonra uluslararası politikanın merkezine yerleşen bazı yeni unsurlar Türk dış politikasını da etkilemektedir. Bunların başında kimlik sorunları, etnik veya dini ya da mezhepsel ayrışmalar gelmektedir. Ülkelerin iç politikaları ile dış politikaları arasında eskiden kolaylıkla yapılabilen ayrımlar kalkmaya başlamış ve her iki politika arasındaki etkileşim artmıştır.
Türkiye’nin 2008’den itibaren demokratik reform gündeminde duraksaması, hatta bir görüşe göre geriye düşmesi AB sürecine karşı artan ilgisizliğin de bir sonucudur. Eğer AB süreci canlı bir şekilde ilerleyebilseydi Alevi ve Kürt sorunlarında yapılan açılım denemeleri muhtemelen daha başarılı olurdu. Ancak Türkiye reform sürecinde geciktikçe sorunlar ortadan kaybolmuyor, tam tersine daha büyük sorunlar olarak karşımıza çıkma potansiyeli taşıyor.
Acı bir çelişki
Bugün Ortadoğu coğrafyasında Irak’ta mevcut ve bağımsız bir devlet olmanın tüm özelliklerine sahip Kürt olgusunun yanısıra, Suriye’de varlığı inkar edilmiş Kürt kimliğinin de yakın bir dönemde bir siyasal yapı olarak ortaya çıkması şaşırtıcı olmayacaktır. İran İslam Cumhuriyeti’nin ilk savaşını verdiği Kürt toplumunun ne zaman hareketlilik içine gireceği ise bölgede oluşacak şartlara bağlı görünmektedir. İran’daki Kürtlerin nisbeten daha mütecanis olduğu ve otonom hareket edebildiği Urumiye çevresinde kimliklerini daha fazla vurgulayacakları bir gelişmeye hazır olmak gerekmektedir.
Bu yeni hareketlilik içinde bölgede en fazla Kürt nüfusa sahip Türkiye’nin diğer devletlerin aksine çok gelişmiş demokrasi siciline rağmen soruna barışçı ve demokratik bir çözüm üretememiş olması ve sürekli terör olgusu ile yaşaması acı bir çelişki olarak kalmaktadır. Bu koşullar, etkin ve yaratıcı bir dış politika üretimini zorlaştıran unsurlardır. Ancak dış politika, bir anlamda çelişkilerin yönetimi sanatıdır. Akılcı bir dış politika, öncelikle bu sorunların varlığını kabul etmekle yola koyulur ve operasyon haritasını belirlerken kısa dönem fayda-zarar hesabının yanısıra, uzun dönem sürdürelebilirlik ve maliyet hesaplarını da gözden geçirir.
Şunu hemen belirtmek gerekir ki hangi koşullar altında olursa olsun Türkiye’nin sui-generis, kendine özgü bir önemi, siyasal,sosyal ve ekonomik kazanımları vardır. Bu kazanımların temelinde ise laiklik ilkesinin devlet yönetimine, hukuk düzenine ve toplumsal kültüre yerleşmiş olması gelir. İslam coğrafyasında kültürel dokusunu koruyarak demokrasi ve modernleşme hamlesi gerçekleştiren ülke sayısı fazla değildir. Cumhuriyet’le birlikte tutarlı ve bütüncül bir yörüngeye oturan modernleşme çabalarımızın iki yüzyılı bulan bir arka planı vardır.
AB neden önemli?
Türk dış politikasında Avrupa’nın yeri hep önemli ve öncelikli olmuştur. Bu bir tesadüf veya konjonktürel durum değildir. Siyasal ve sosyal tercihlerimiz ile ekonomik çıkarlarımız Türkiye’yi Avrupa ailesi içinde konumlanmaya zorunlu kılmıştır. AB üyelik süreci de salt ekonomik entegrasyon projesi değildir. Türkiye’nin AB standartlarından uzaklaşması sadece ekonomimizi değil, demokratik gelişme sürecimizi de olumsuz şekilde etkileyecektir. Umarım Kopenhag yerine Ankara kriterlerini, AB ilerleme raporu yerine Ankara ilerleme raporunu ilan etmek sadece bir tepki ifadesi olarak değerlendirilir. Esas olan AB’nin ve üyesi olduğumuz Avrupa Konseyi’nin standartlarına uygun bir demokrasi, hukuk, basın özgürlüğü ve insan hakları ölçülerine ne ölçüde uyabildiğimizdir...
Türkiye’nin son birkaç yılın kayıtsızlığından biran önce kurtulması ve Türkiye-AB ilişkilerinin yeni bir vizyonla canlandırılması gerekmektedir. AB’nin yaşadığı ve daha bir süre devam edeceği anlaşılan ekonomik krizi, yeniden şekillenmesi kaçınılmaz olan Avrupa mimarisinde Türkiye’ye uygun bir yer açmanın fırsatı olarak değerlendirmekte fayda vardır. Diğer yandan Türkiye, hiç kuşkusuz iyi niyetle ve bazı önyargıları kırmak amacıyla Dışişleri Bakanı aracılığıyla sloganlaştırdığı ve bakıldığında Atatürk’ün ‘Yurtta sulh cihanda sulh’ ilkesinin daha düşük profilli bir versiyonu olan ‘Komşularla sıfır sorun’ politikasında son iki yıldır derin yaralar almıştır. Bu yaraların kalıcı hasara dönüşüp dönüşmeyeceği henüz belli değildir. Aslında bir iyi niyet dileğinden öteye geçmeyen bu gibi sloganlara çok anlam yuklemek de doğru olmayacaktır.
Çözüm üretilemedi
Ancak, somut politika olarak bakıldığında Türkiye’nin son yıllarda köklü hiçbir soruna çözüm üretemediği açıktır. Bırakınız karmaşık Ortadoğu coğrafyasını, örneğin Yunanistan ile hiçbir sorunumuz kalıcı bir çözüme kavuşturulmuş değildir. Ermenistan Cumhuriyeti ile imzalanan ve olumlu olduğuna kuşku duymadığım protokoller buzdolabında bekletilmektedir. Tüm olumsuz koşullara rağmen dostane ilişkiler yürütmeyi başardığımız ve BM’de açık bir destek verdiğimiz İran ile Suriye politikası üzerinden ayrı kamplara düşmüş olduk. Irak Merkezi Hükümeti ile ilişkimiz giderek düşmanlığa dönüşüyor. Bu olumsuz gelişmelerin tüm kusuru elbette Türkiye’de aranamaz.
Ancak izlenen politikalarda Ortadoğu’yu adeta arka bahçesi olarak gören bir tasavvurun ve bölgeye ilişkin tarihi-romantik bakışın ve öngörü konusundaki yanılgıların izlerini görmemek mümkün değildir. Siyaset planlamasının ortak akıl yerine tartışılması güç bireysel akıla dayandırılması, söylem geleneğinin diplomasi sayılması ve katı pozisyonlara kendimizi angaje ederek diplomasinin gerekli kıldığı esneklikten uzaklaşılması Türkiye’nin hareket kaabiliyetini sınırlayan unsurlar olarak dikkat çekmektedir.
İki kutuplu dünya düzeninden çok ve değişken kutuplu bir düzene veya düzensizliğe evrilirken, ABD dahil hiçbir ülkenin tek başına oyun kuruculuk yapamayacağı, bir düzen sağlayamayacağı örnekleri ile ortadadır. Tıpkı Balkanlar'da olduğu gibi Ortadoğu’da da Osmanlı düzeninin yıkılışından bu yana köprülerin altından çok sular akmış, etnik ve mezhepsel fay hatları daha belirgin hale gelmiştir. Bölgeye Avrupa kolonyalizmi, İsrail, ABD, SSCB ve Rusya, Arap milliyetçi rejimleri, İran İslam Devrimi v.b. gibi yeni aktörler gelip yerleşmiştir, enerji kaynaklarına erişim jeo-stratejik denklemin başat bir unsuru haline gelmiştir...
Bu kez Arap baharı ya da devriminin sarstığı bu coğrafyada Türkiye zulme karşı çıkış ve özgürlük gibi özünde haklı bir söyleme yaslanarak, Suriye rejimi ile köprüleri tamamen atmakla yetinmemiş, bu rejimi biran önce devirmeyi bir başarı kriteri haline getirerek iç çatışmanın aktif tarafı haline gelmiştir. Suriye’nin iç yapısı ve dengeleri ve başta İran olmak üzere stratejik ortakları nedeniyle bu ülkede rejim değişikliğinin öyle kolay olmayacağını tahmin etmek bu kadar zor muydu bilemiyorum. Er ya da geç bir şekilde iktidardan uzaklaşması gereken Esad’ın ayrılmasından sonra Suriye’de her şeyin düzeleceğini düşünmek maalesef gerçekçi bir beklenti değildir. Ne yazık ki belki daha kanlı bir iç savaş ve bölgeyi daha zora sokacak keskin bir ayrışma bizi beklemektedir.
Suriye’de yaşananları kimsenin onaylaması mümkün değildir. Beşar Esad ve Baas rejiminin yaptıklarına tepki duymak ve ülkelerinden kaçmaya mecbur kalan mültecilere kucak açmak Türkiye’ye yakışan bir davranıştır. Ancak buradan hareketle çatışmaların keskin bir tarafı konumuna gelmek eski deyimle ‘teenni’ sınırlarını aşmaktadır. Dış politikamızda ‘itidal ve soğukkanlılık’ diplomasi literatüründe yerlerini korumaktadır. Gerçeklik ölçüsünü kaçıran bir aktivizm, kazan patlamasına yol açabilir. İnsan ilişkilerinde olduğu gibi dış politikada da empati, başkalarının çıkarlarını anlamadaki beceri pek çok gereksiz yanlışlığı önleyen bir duygudur. Önümüzdeki yakın dönemde Suriye ve Irak gibi iki dev sorunun ötesinde Türkiye’yi bekleyen başka sorunlar da gündeme gelecektir. Bunların birincisi İran’ın nükleer programı ile ilgilidir. Gerek ABD gerek İsrail nükleer silahlarla donanmış bir İran’a razı olmayacaklarını açıklamışlardır. Eğer bu konuda diplomatik yollardan bir çözüm bulunamaz ise ABD ve İsrail’in söylemlerini ciddiye almak gerekmektedir.
‘One minute’ ile başlayan ve Mavi Marmara gemisine yapılan İsrail saldırısı ile gerginleşen Türk-İsrail ilişkilerinde henüz bir yumuşama emaresi görülmemektedir. Bu husus ABD ile işbirliğinde sorunlu bir alan olarak karşımıza çıkmaktadır. Bir yandan komşularımız Suriye ve Irak’ta sürüp giden yangın ve yeni yangınlar çıkma potansiyeli, diğer yandan derin dondurucu içindeki AB üyelik süreci Türk dış politikasını yeni bir değerlendirmeye sevketmek durumundadır.
Dış politikamızı kavramsallaştırma ve bazı sloganlarla süsleme konusunda gösterilen teorik başarı ve söylemsel ikna gücü gerçeklerle örtüşmediği zaman eleştiri dozu artmakta ve kutuplaşma sendromu bu alanda da yaşanmaktadır.
Böyle bir ortamda, Türkiye’nin önceliklerini iyi sıralayarak dış politikasında Reel Politik’in pek gösterişe izin vermeyen soğuk atmosferine alışması, yörüngesini AB merkezli geniş paydaşlı bir rotaya oturtması yararlı olacaktır. Bunun için de öncelikle dış politikaya eklemlenen söylem ve sloganlardan uzak durmak, Türk dış politikasının en belirleyici özelliği olan seküler pratiğe dönmek, dozajı son zamanlarda artan ideolojik dürtüleri frenlemek gerekmektedir. Dış politikada itibar algılarının oluşmasında söylem ve üslubun belki içerikten daha önemli olduğunun da hatırlanmasında fayda vardır.
Ancak bütün bunların ötesinde ve birincil koşul olarak hemen her olayda kamplaşan ve giderek uçlara savrulan Türkiye manzarasının bütünleştirici bir toparlanmaya ihtiyacı vardır. Bunun yolu da Türkiye’nin demokratik reform gündemine yeniden sahip çıkmasından geçmektedir. Kopenhag siyasi kriterlerine yeniden bakılması, bulunduğumuz yerin tayini ve gitmek istediğimiz yolun mesafesi bakımından yol gösterici olacaktır.
Volkan Vural
Volkan Vural, TED Ankara Koleji'nden mezun olduktan sonra Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'ni bitirdi. 1987-1988 yılları arasında Tahran, 1988-1993 yılları arasında Moskova Büyükelçisi olarak görev yaptı. 1993-1995 yılları arasında Başbakan Tansu Çiller'in Başdanışmanı ve Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı Müsteşar Yardımcısı görevlerini yürüttü. Vural, 1995-1998 yılları arasında Türkiye Cumhuriyeti'nin Federal Almanya nezdindeki büyükelçisi oldu. 1998-2000 yılları arasında ise New York'da Birleşmiş Milletler nezdinde Büyükelçi ve Türkiye'nin Daimi Temsilcisi olarak görev yaptı. 2000 yılında Ankara'ya dönen Vural, Başbakanlık Avrupa Birliği Genel Sekreterliği'ni kurdu ve 2003 yılına kadar AB Genel Sekreteri olarak görev yaptı. 2003 yılında Madrid'e tayin edilen Vural, Türkiye Cumhuriyeti adına İspanya Krallığı ve Andorra nezdinde görev yaptıktan sonra 2006 yılı sonunda emekliye ayrıldı. 2007 yılından beri de Doğan Holding Yönetim Kurulu Başkan Danışmanı olarak görev yapan Vural aynı zamanda TÜSİAD Yönetim Kurulu üyesi.