Başkanlık sisteminin demokrasi açısından taşıdığı riskler, dünyadaki uygulamalarından biliniyor. İkinci Dünya Savaşı sonrasında başkanlık sistemini seçen 36 ülkeden hiçbiri 1980-89 arasında kesintisiz bir demokrasiye sahip olamadı.(1)
Parlamenter sistemde meşruiyetin tek kaynağı halk tarafından seçilen meclis. Yürütme, yetkisini meclisten alır ve meclisin güveni olduğu sürece göreve devam eder.
Başkanlık sisteminde ise, çifte meşruiyet söz konusu. Seçimle iş başına gelen başkan yanında bir de seçilmiş meclis var. İkisi birbirinden bağımsız. Başkan seçildiği süre boyunca yürütme erkinin tüm gücünü elinde toplar. Bu süre içinde, meclis, başkanı cezai sorumluluk dışında düşüremez. Bu çifte meşruiyet başkan (yürütme) ile yasama arasında bir denge kurulmasını gerektirir. Bu denge kurulamazsa, büyük bir gücü elinde toplayan başkanın diktatörlüğe kayması çok kolay olur.
Başkanlık sisteminin başarılı sonuç verdiği örnekler fazla değil. En başarılı örnek olan ABD’de siyasal alanda sert kutuplaşmanın olmadığı, uzlaşmacı bir yapının bulunduğunu görüyoruz. Çok küçük farkla kazansa bile başkanlık sisteminde seçimi kazanan herşeyi alıyor. Kaybeden her şeyi kaybediyor. O nedenle kutuplara bölünmüş, uzlaşmacı olmayan Türkiye gibi toplumlarda kaybedenin sistem dışında kalması toplumdaki gerginliği, kutuplaşmayı arttırması kaçınılmaz.
Disiplin gevşek
ABD’de iki partili bir sistem mevcut. Ancak iki parti arasında ciddi ideolojik farklılıklar bulunmamakta. Parti içi disiplin gevşek. Başka bir deyişle, meclis çoğunluğu başkanın partisinden olmasa bile, başkanın desteklediği yasa önerileri üzerinde komisyonlardaki görüşmelerde uzlaşı sağlama olanağı bulunuyor. ABD uygulaması, başkanlık sisteminin işlemesinin meclis ile başkan arasında işbirliğine bağlı olduğunu gösteriyor. ABD’de bu işbirliği meclis Komisyonlarında gerçekleşiyor. Türkiye’de meclis komisyonlarında böyle bir işbirliği sağlanmasının ne denli güç olduğunu anlamak için 4+4+4+ olarak bilinen eğitim yasasının görüşülmesi sırasında, iktidarın fiziksel güç kullanarak muhalefet milletvekillerinin komisyon odasına girmelerine engel olduğunu anımsatmak yeter.
İdeolojik ayrılıklar
ABD örneğindeki fren-denge mekanizmaları bir demokrasi kültüründen kaynaklanıyor.Sistem kendi içinde fren ve dengelerini yaratıyor.
Türkiye’de demokrasi kültürü zayıf. Bunu iktidar partisinin uygulamalarından anlamak güç değil. Siyasal partiler arasında derin ideolojik ayrılıklar mevcut. Parti içi demokrasi olmadığı gibi parti içi disiplin çok katı. Bir milletvekilinin başka bir parti tarafından hazırlanan ve kendi partisince onaylanmayan bir yasa tasarısına oy vermesi parti disipliniyle bağdaşmayan bir davranış olarak görülür. Milletvekili disiplin kuruluna verilir. Başkanlık sistemine kabul edilmesiyle Türk siyasetinin bu yapısal özellikleri değişmeyecek.
Türkiye’de başkan ile meclis çoğunluğunun ayrı partilerden olması durumunda, yürütme ile yasama arasında bir işbirliği sağlanması beklenemez. O zaman sistemin tıkanması kaçınılmaz olur. Sistemin kilitlenmesi ise, Latin Amerika örneklerinde görüldüğü gibi başkanın diktatörlüğüne ya da siyasal rejim krizine neden olabilir. Ancak başkanlık sisteminin diktatörlüğe yol açması özellikle sistemin tıkanması durumunda görüldüğü, dolayısıyla başkan ile meclis çoğunluğu aynı partiden olursa sistemin iyi işleyeceği varsayımının tamamen doğru olmadığını istatistikler ortaya koyuyor. Örneğin, Başkanlıkla yönetilen her 23 ülkeden birinin sistemde tıkanıklık olmadan diktatörlüğe kaymasına karşın her 28 ülkeden biri tıkanıklık sonucunda diktatörlüğe dönüşüyor (2).
Başkanlık sisteminin en iyi işlediği örnek olarak gösterilen ABD’de, bir yandan yasama, yürütme ve yargı organlarının birbirinden bağımsız olması, ancak aynı zamanda bunların birbirini denetleyebilmesi, kısacası yatay güçler ayrılığı;öte yandan iktidarın merkezi devlet ile federe devletler arasında paylaştırılması, yani dikey güç ayrılığı fren-denge görevi görüyor.
Yargının durumu
Türkiye’de ise ne federal devlet yapısı, ne de yürütmeden bağımsız yasama ve yargı söz konusu. Bugünkü parlamenter sisteme getirilebilecek en önemli eleştirilerden biri meclisin yürütmenin denetimi altında olması, yürütmeden bağımsız bir denetim işlevi yerine getirememesi. Ancak Sayın Başbakan’ın kendi partisi üzerindeki etkisi de göz önüne alındığında, çoğunluk aynı partiden olduğu sürece yürütmeden bağımsız bir yasama beklenemez. Yargının durumu ise ortada.
ABD’deki önemli fren-denge mekanizmalarından biri de son derece özgür bir basın. Basın özgürlüğü ABD demokrasisinin temel direği. Yandaş basın ile sindirilmiş basından oluşan Türk basının ise aynı işlevi görmesi olanaksız.
Başkanlık sisteminin en büyük riski, iktidarın kişiselleşmesi ile fren-denge mekanizmalarının etkili olmadığı ülkelerde diktatörlüğe yol açması. Türkiye gibi, güçlü bir lidere sorgusuz sualsiz itaat ve lideri putlaştırmak gibi bir siyasal kültürün mevcut olduğu bir ülkede bu risk daha da büyük.
Türkiye’de başkanlık sisteminin, benzer kültüre sahip Latin Amerika ülkelerinde görüldüğü gibi, “caudillo”lar (diktatörler) yaratması hiç de uzak bir olasılık değil. Böyle bir kültürden gelen ve halk tarafından seçilmiş; dolayısıyla meşruiyet derecesi daha yüksek ve parlamentoya karşı sorumsuz bir başkanın eleştirilere parlamentodan çıkmış bir başbakana kıyasla daha tahammülsüz olacağı bir gerçek.
Nihayet unutmamak gerekir ki; 1908 Anayasasından bu yana Türkiye’de demokrasi parlamenter sistem içinde gelişti. Türk toplumunun siyasal alışkanlıkları, mevcut kurumları, tüm yetersizlikleri ve eksikliklerine karşın parlamenter sisteme uygun. Bunları bir yana atıp yabancısı olduğumuz yepyeni bir sisteme geçmenin ve sıfırdan başlamanın, Türk demokrasisi açısından olumlu sonuçlar vermesi kuşkulu. Hele yukarıda değinilen fren-denge mekanizmalarının eksikliği ve Türk toplumunun kültürel özellikleri de dikkate alındığında, başkanlık sisteminin Türk demokrasisine vurulan öldürücü darbe olması olasılığı çok yüksek.
(2)Jose Antonio Cheibub, “ Presidentialism and Democracy”,ibid s.123
RIZA TÜRMEN
İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunu olan Rıza Türmen Kanada’da yüksek lisans eğitimi aldı. Türkiye’ye dönünce Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde doktorasını tamamladı ve Dışişleri Bakanlığı’nda çeşitli görevlerde bulundu. 1985’te Singapur’a atanarak Türkiye’nin en genç büyükelçilerinden biri oldu. 1995-1996 yıllarında da Bern Büyükelçisi ve 1996-1998 yılları arasında Avrupa Konseyi daimi temsilcisi olarak görev aldı. 1998’de Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi yargıçlığına seçildi ve 2008’e kadar bu görevde kaldı. 12 Haziran 2011 Seçimleri’nde CHP İzmir milletvekili seçildi.