Düşünenlerin Düşüncesi

Düşünenlerin Düşüncesi

dusunce@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları

Yrd. Doç. Dr. Aydın YAKA
Yrd. Doç. Dr. Aydın Yaka 1967 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü’nü bitirdi. Bir süre ortaöğretimde öğretmen olarak çalıştıktan sonra Eğitim Enstitüleri ve Yüksek Öğretmen Okullarında sosyoloji ve pedagoji öğretmenliği yaptı. 1982 yılında Dokuz Eylül Üniversitesi Buca Eğitim Fakültesi Eğitim Bilimleri Bölümü’nde öğretim görevlisi oldu. 1992’de aynı üniversitede doktora yaptı ve o yıl içinde yardımcı doçent olarak ataması yapıldı. Çalışma alanı ve verdiği dersler Sosyoloji ve Eğitim Sosyolojisi ile ilgilidir. Yazdığı bölümlerle eğitimle ilgili üç kitabın yazımına katkıda bulundu. 2011’de “Sosyal Değişme- Türk Modernleşmesi” başlıklı kitabı yayımlanmıştır. Sosyoloji ve eğitimle ilgili olmak üzere çeşitli bilimsel dergilerde ve gazetelerde çok sayıda makalesi yayımlanmıştır.

Haberin Devamı

Sosyoloji, hazırlık aşamasındaki çalışmalar hariç tutulursa, adı, konusu ve geliştirilen yöntemleri itibariyle yüz elli yıllık bir sosyal bilimdir. Türkiye’deki düşünce ve bilim dünyası da bu bilimle kuruluşundan kısa süre sonra tanışmıştır. Dolayısıyla Türkiye, benzer ülkelerle kıyaslandığında sosyolojiden erken haberdar olmuştur denilebilir. Tabii bu süreçte özellikle Ziya Gökalp ve Prens Sabahattin’in çabaları, topluma ve sosyolojiye olan ilgileri çok önemli bir rol oynamıştır. Ayrıca belirtmek gerekir ki sosyoloji Comte’un pozitivist felsefesi ile birlikte kültürümüze girmiştir.

Durkheim kuramı
Zaman içinde Durkheim sosyolojisi ile Comte pozitivizmi Osmanlı’nın yıkılış ve Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında Türk aydınlarını en çok besleyen düşünsel kaynaklar olmuşlardır. O kadar ki, o dönemde çok etkili olan örneğin İttihat ve Terakki, adının konulması dâhil olmak üzere siyasal hedef ve toplumsal düşüşünceler, projeler bakımından bu pozitivist görüşlerden, Comte’un temel ilkelerinden ve Durkheim sosyolojisinin verilerinden çokça yararlanmıştır.
Bu nedenlerle Jön Türklerin ve İkinci Meşrutiyet aydınlarının ideolojik ve siyasal düşünceleri bu görüşlere göre şekillenmiştir. Türkiye’de sosyoloji bu şartlarda ve bu düşünsel çerçevede Cumhuriyet sonrasında Durkheim ekolü ağırlıklı olmak üzere ortaöğretim eğitim programlarında da yer almıştır. Zaten sosyoloji dersi (İçtimaiyat) 1914’ten beri Darülfünunda okutuluyordu.

Sosyoloji nedir?
Peki, nedir sosyoloji? Ne yapar, insana ve topluma ne sağlar? Buna bir iki cümle ile cevap vermek gerekirse şunlar söylenebilir: Sosyoloji dünyanın en karmaşık bir varlığı olan toplumu anlama ve açıklama çabasıdır.
Toplumdaki oluşumu, bütünleşmeyi, değişimi irdeler, analiz eder, tüm insan ilişkilerinin dayandığı sosyal etkileşim mekanizmalarını kavramaya çalışır. Böylece sosyoloji, insanlarda gerçeğe uygun bir toplum algısının oluşmasına ve toplumla ilişkili meslek gruplarına, örneğin yöneticilere, kazanılan bu doğru bilgilerin ışığında verilecek sosyal nitelikli yargılarda yanlış yapmalarının önlenmesinde ve daha gerçekçi, tutarlı, faydalı kararlar vermeleri hususunda yardımcı olur. Elde edilen bilgiler sosyalleşme, sosyal bütünleşme, kurumlaşma ve sosyal değişim gibi süreçlerin işleyişinde kullanılır, bunlardan yararlanılır. Ancak sosyoloji ve hatta tüm sosyal bilimler bireylere toplumsal akışı, istedikleri yönde değiştirme bilgisini, gücünü ve yöntemini vermez, veremez.
Comte, sosyoloji yolu ile ihtilal sonrasında sosyal düzenin bozulduğu, bütünleşmeyi sağlayan tüm çivilerin çıktığı veya yerinden oynadığı Fransa’da toplumu yeniden istikrara kavuşturmak ve onu rasyonel bir biçimde yeniden oluşturmak istemiştir. Ama aslında bu, kurmak istediği bilimin boyunu çok aşan, pratiği olmayan bireysel bir özlemden, tasavvurdan ibaretti. İşte ne yazık ki Türkiye’ye sosyoloji ile birlikte Comte’un bu yanlış ve hayalden ibaret düşüncelerinin yarattığı bir anlayış ve bilim dışı olan teorik bakış açısı, 20. yüzyılın başlarında çok acı ve kaygı içinde bulunan Osmanlı aydınlarınca uygulanabilir sosyal ve bilimsel bir yöntem, karaya oturan devlet gemisini tekrar yüzdürmeye yarayan bir araç ve çare gibi algılanmıştır.
Dolayısıyla bu düşüncelerden hareketle Türkiye’de bir “toplum mühendisliği” geleneği doğmuştur. Bu gelenek gereği olarak bilir bilmez, yetkili yetkisiz hemen herkes elindeki teknik aygıtlarla arazide ölçüm yapan bir harita mühendisi gibi toplumsal konu ve sorunlarda ölçüm yapmaya, ahkâm kesmeye başlamıştır. Bu hastalık aydınlardan köy kahvelerinde konuşanlara ve sıradan insanlara kadar herkese bulaşmıştır.
Bu kavramı ilk kez kimin kullandığını bilmiyoruz. Ancak fen bilimlerinde mühendislik olur da insanı ve toplumu konu alan ve her zaman sürprizlerin yaşanabildiği sosyal bilimlerde mühendislik olmaz, olamaz. Toplumu yönlendirme ve karar verme pozisyonunda bulunan aydınlar, bürokrat ve politikacılar yolu ile bu hastalığın toplumda yarattığı tahribat çok daha büyük olmuştur. Bunlar toplumu bir bal mumu veya yumuşak bir hamur gibi zannettiklerinden onun özelliklerini, diğer toplumlardan farklı olan yanlarını tanımadan, anlamadan, onun ihtiyaçlarını, tarihsel evrimini incelemeden topluma istedikleri şekli verebileceklerini sanmışlardır.
Böylesine bir mühendisliğin en büyük zararlarından biri de Batılı toplumların maddi yapılarına göre zihinsel olarak üretilen sosyal formüllerin aynen Türk toplumuna da uygulanabileceği yanılgısı olmuştur. Bu anlayış hem sivil hem de askeri kesim entelektüellerinde yaygın olarak görülmüştür. Tüm askeri darbeler siyasal hırslarla birlikte bu toplumsal mantığın ürünüdür. Bu darbe alışkanlığı söz konusu geleneği pekiştirmiş, daha kötü ve zararlı bir sosyal sonuç olarak toplumdaki tüm siyasal birikimleri, öğrenmeleri, tecrübeleri yok etmiş, sosyal bütünleşmeyi, devlet ve toplum hayatındaki siyasal olgunlaşmayı önlemiştir.

Değişimin dinamiği
Hâlbuki yukarıda da belirtildiği gibi toplum ve toplumsal olaylar, olgular çok karmaşık, çok boyutlu ve çok nedenli gerçekliklerdir. Onların anlaşılır hâle gelmesi için hayli uzun, sabır isteyen zihinsel çabalar, incelemeler, gözlemler, okuma ve öğrenmeler zorunlu olmaktadır. Toplumdaki evrim ve değişmenin mekanizması bireysel arzu ve iradenin tümüyle dışında seyreder.
Dolayısıyla sosyal yapıdaki değişmenin, sosyal akışın tarihsel kaynakları, dayanakları bilinmeden, bu değişmeyi sağlayan iç ve dış dinamikler, çelişkiler, çatışma konuları ve tüm bunları içeren sosyal ve kültürel yapı analiz edilmeden, ayrıca çağın evrensel gidişi de hesaba katılmadan söz konusu sosyal sürece müdahale etmek oldukça riskli ve yanlıştır. Bu durum zaman içinde çok ters ve beklenilmeyen sosyal tepkilerin doğmasına yol açar; nitekim açmıştır.
Günümüzde Türkiye bu yanlış karar ve uygulamaların sonuçları ile boğuşmaktadır. Hep ertelenen etnik ve sosyokültürel sorunlar toplumda yoğun bir gerilim enerjisi yaratmış, çatışma kültürünü artırmış, bireylerdeki sosyal güven duygusunu yok etmiştir. Toplumun nabzını tutmayan, kalp atışlarını dinlemeyen, halkı hiç hesaba katmayan ama boyundan büyük siyasal hırsları olan siyasetçilerin veya siyaset heveslilerinin yaratacağı durum işte budur.

Halkı küçümsemek
Ne yazık ki Türk aydınları bu süre içinde sorunları hep basit formüller, sloganlar düzeyinde ele almışlar, özlemlerle gözlemleri, toplumsal irade ile bireysel tercih ve iradeyi hep birbirine karıştırmışlar ve kolaycılığa kaçarak, toplumsal ve kültürel yapıların orijinalliğini, izafiliğini fark etmeden toplumu derinliğine anlama ve kavrama çabasından uzak durmuşlardır. Bugün etnik sorunlar dâhil sosyal ve siyasal sorunların kronikleşmesi, bunları çözmede zorlanmamızın temel nedenlerinden biri bu toplum mühendisliği geleneğidir.
Toplumda değişmeyi sağlayan dinamikleri fark etmeyen ve bunların tarihsel arka planlarını araştırmayan ayrıca halkı cahil bir kitle olarak gören anlayış, tepeden inmeci, seçkinci çözüm projeleri, her seferinde beklenmeyen yanlış sonuçlar vermiştir. Sosyolojik bir kural olarak vurgulanmalıdır ki, toplumlarda beyinsel-entelektüel güçle halkın temsil ettiği fiziksel kas gücü birleşmeyince de hiçbir önemli atılım, kalkınma gerçekleşmemektedir.