Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne üyeliği konusu üstüne en son ne zaman ciddiye alınır bir yorum yazısı okudunuz; en son ne zaman bir gazetenin manşetine çıkmış bir haber okudunuz; en son ne zaman bir TV tartışması izlediniz?
Bir ay önce? Bir yıl? Birkaç yıl?
Oysa 20. yüzyılın son yıllarında, ardından AKP iktidarının ilk yıllarında AB üyeliğine ilişkin haberler, yorumlar, tartışmalarla yatıp kalkıyorduk. Cılız bir koalisyonun Başbakanı olarak Ecevit’in, müzakerelerin başlaması için gün alması bir “ulusal zafer” gibi algılanmıştı. Ardarda Avrupa Birliği ile uyum hedefli “demokratikleşme paketleri” çıkarılmaktaydı. Tayyip Erdoğan’ın “Bizi kabul etmezlerse biz de Kopenhag kriterlerini Ankara kriterleri diye adlandırır yolumuza devam ederiz” sözleri yankılanmış; kimilerinde umutlar yeşertmiş, kimilerini öfkelendirmiş, ama tartışılmış, konuşulmuş, yaygın bir ilginin odağı olmuştu.
BU SUSKUNLUK NE?
Peki bir süredir, hem de epey bir süredir yaşadığımız bu suskunluk, dahası umursamazlık ne? Türkiye siyasetinin ve aydınlarının gündeminden AB üyeliği konusu düştü mü; düştüyse niye düştü?
AKP ve destekçi çevresinden (hatta bazı bakanlardan) “Avrupa zaten yarışı kaybetmiş, yaşlı ve gerileyen bir kıta. Biz ona değil, artık o bize muhtaç” gibi içi boş kostaklanmaları bir yana bırakalım. Kamuoyu araştırmalarında AB üyeliğini istemeyenlerin oranının arttığını gösteren sayısal veriler de bu yazı bağlamında önem taşımıyor.
Hemen her alanda şiddetli ve uzlaşmaz kamplaşmalar yaşadığımız Türkiye’de daha birkaç yıl öncesine kadar AB üyeliği konusu da toplumu, hele hele aydınları bölen tartışmalara ebelik ediyordu. Herkesin AB üyeliğinden beklentisi, benimseme ya da red nedenleri farklıydı ama bu canlı, yaygın bir tartışmayı önlemiyor, tersine kışkırtıyordu.
Küresel sermayeye entegre olmak isteyen sermaye çevreleri AB üyeliğini hareretle savunurken, bırakın AB üyeliğini, Gümrük Birliği anlaşmasını bile “Ulusal ekonomi çökecek” itirazları ile karşılayanlar vardı.
AB’ye girersek Köln Katedralinin önünde karpuz sergisi açma planları yapan “yurdum insanları”na da üye olunca “Oh ne güzel, artık Paris’te a La Fayette’ten, Almanya’da Kaufhof’tan alışveriş yapabileceğiz” diye kıkırdaşanlara da tanık olmadık mı?
“AB, küresel sermayenin emperyal amaçlara odaklanmış bir projesidir” diyenlerle “Türkiye’nin demokrasi sorunu mu? AB üyeliği ile tamamen çözülür. Dert etmeyin” fetvaları verenlerin tartışmaları hâlâ belleklerimizde değil mi ?
Kimileri AB’yi “Serbest piyasa ekonomisini benimsemeyen bir ülkenin AB’de yeri yok” koşulunu getiren Maastricht kriterlerine, kimileri de Batı Avrupa demokrasi standartlarının tanımlandığı Kopenhag kriterlerine bakarak tanımlıyor ve kendi pozisyonunu (=duruşunu) seçiyordu.
SORU HALA CEVAPSIZ
AB üyeliğini “Emeğin Avrupası”nın bir bileşeni olarak kavrayan sol ile AB üyeliğinin “Tam bağımsız Türkiye” hedefinin kesinlikle reddedilmesi anlamına geldiğini düşünen sol arasındaki kıyıcı tartışmaları, suçlamaları hatırlamayan var mı ?
Bir sürü örnek verdim, bir dizi hatırlatma yaptım.
Ama soru hâlâ cevapsız: Bir zamanlar AB üyeliği konusu ile yatıp kalkan Türkiye’de bugün AB’yi gündem dışına itmiş bu suskunluk ve umursamazlık nasıl açıklanmalı ?
AKP iktidarı ister dinsel referanslarının itisiyle, ister “yeni Osmanlıcılık” diye tanımlanabilecek yönelimlerinden dolayı yüzünü batıdan (Avrupa’dan) doğuya (Ortadoğu’ya, sünni Müslüman dünyaya) çevirmiş olabilir. Bu siyasal bir hareket olarak onun tercihi.
TERCİH YAPMALIYIZ
Keza CHP içinde kestirmeden “Ulusalcı” olarak tanımlanan kesim, finans sermayesinin bütün ulusal sınır ve duvarları yerle bir edip bildiği ve gönlünün çektiği gibi at koşturabildiği bir dünyada, gümrük duvarlarının ardına çekilmiş, “bağımsız” bir Türkiye hesabıyla AB’nin gündem dışı kalmasında yarar bulabilir. Bir siyasal hareket olarak bu da onların tercihi...
Peki bizim tercihimiz ne?
AB üyesi olmuş ya da AB üyeliğinin gerektirdiği koşulları ete kemiğe büründürerek yürüyen bir Türkiye ile AB’ye sırtını dönmüş, gündeminden çıkarmış bir Türkiye bir ve aynı ülke olmaz, olamaz.
Bu “iki Türkiye”den birini tercih etmek zorundayız ve bu bir yazı-tura oyunu değil. Oysa bugünlerde yazı-tura atılmış ve para havada kalmış gibiyiz.
Geliniz, AB konusunu buzdolabından çıkaralım ve ülkenin geleceğini belirleyecek en önemli konu olarak görüp tartışmaya kaldığı yerden devam edelim.
Fark etmişsinizdir, AB üyeliği üstüne kişisel görüş ve tercihlerime hiç yer vermedim ve sadece ve sadece AB konusunun gündemden böylesine düşmesine itiraz etmek istedim.
Zaten bu yazı da sadece bu nedenle yazıldı.
AYDIN ENGİN
1941’de Ödemiş’te dünyaya gelen Aydın Engin, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde öğrenim gördü. Üniversite öğrenimi sırasında Gençlik Tiyatrosu’nda amatör tiyatroya başladı. Hukuk öğrenimini bırakıp tiyatroculuğu meslek olarak seçti. 1969’da gazeteciliğe başladı. 12 Mart Darbesi sırasında tutuklandı. 70’li yıllarda Politika gazetesini yönetti. 12 Eylül Darbesi’nden sonra 12 yıl yurda dönemedi. 1992’de çıkan kısmi aftan yararlanarak Türkiye’ye döndü. 1992-2002 arasında Cumhuriyet gazetesinde yazdı. Şu anda t24.com’da köşe yazarlığı yapıyor.