Türkiye, 20. yüzyılın son çeyreğinde iki önemli saldırı ve tehlikeyle karşılaştı. Biri ayrılıkçı terör örgütünün 15 yıl süren silahlı saldırısı, diğeri laiklik karşıtı akımın siyasi saldırısıdır.
Birinci saldırı ve yarattığı tehlike askerin cephede 15 yıl savaşmasıyla; ikincisi ise yine askerin sivil dinamikleri harekete geçirerek başlattığı 28 Şubat süreciyle kesilebilmiştir.
Bugün duruma baktığımızda görünen şudur:
Silahlı mücadeleyi kaybeden terör örgütü, siyasi alanda güçlenmeyi başarmıştır. Hatta özellikle Güneydoğu'da siyasallaşma aşamasını da geride bıraktığı, "meşru"laşma aşamasına geçtiği söylenebilir. Siyaset alanında demokratik araç ve olanaklardan yararlanarak meşrulaşma mücadelesi vermektedir. Taleplerin hukuk alanında yoğunlaşması da bunun göstergesidir. Hukuk sisteminde bir zemin yakalayabilirse bundan sonraki taleplerini bu zemin üzerinden gündeme getirecektir.
28 Şubat sürecinde iktidarı kaybeden laiklik karşıtı akım ise rövanş hazırlığı içindedir. Siyasi mücadelesinin temel hedeflerinden biri budur. Demokrasiyi amaç olarak değil araç olarak gören bu akımın partileri, bir yandan din ve dince kutsal sayılan her şeyi istismar ederek, bir yandan da ezik ve fakir halk yığınlarının tepkilerini değerlendirerek yeniden iktidara gelmenin yollarını aramaktadırlar.
Güneydoğu'da ayrılıkçı akımın karşısında diğer siyasi partilerin şansı hemen hemen kalmamış durumdadır. Ülke genelinde ise asıl hedefini saklamaya çalışan laiklik karşıtı akımlar ise yine diğer partilerin önünde görünmektedir.
Sorun, ülke bütünlüğü ve demokratik, laik rejim karşıtı olan radikal akımların bölge ve ülke genelinde güçlenmesine karşın, merkez ve merkeze yakın partilerin güç kaybetmesidir.
Özellikle merkez sağdaki partilerin bu akımlara karşı siyasi mücadele vermek yerine, onları taklit ederek tabanlarından oy kaydırmaya dönük bir hesap içine girmeleri ve bu hesaba uygun politika yapmaları hem ülke bütünlüğünün, hem demokrasinin, hem de laikliğin siyasi güvencesini zayıflatmaktadır. Bu partiler asıl amaç olması gereken demokrasiden, ülke bütünlüğünden, laiklikten yana samimi bir mücadele yoluna girmektense, karşı akımların taklitçiliğiyle yapay güç oluşturmaya yönelmişlerdir.
Sorun budur...
Askerin beklentisi ise cephede koruduğu ülke ve rejimin siyasi partilerce güvence altına alınmasıdır. Ülke bütünlüğüyle, demokrasiyle, laik rejimle sorunu olmayan, bu değerlere samimiyetle bağlı siyasi partilerin radikal akımlarla siyasi mücadeleye girmeleri, yoksul halk kitlelerinin, dinin, dince kutsal sayılan değerlerin istismar edilmesini önlemeleridir.
Askerin konuşmasının nedeni ve amacı budur.
Siyasi partilere düşen görev bu alanda meydanı radikal akımlara bırakmamak, boşluk yaratmamaktır. Ülke bütünlüğü ve laik rejim tehlikeye düştükçe, "nasıl olsa asker halleder" kolaycılığına sığınmamaktır.
Askerin istediği de budur.