Resmi dili Türkçe olan ve dolayısıyla genel eğitimin Türkçe yapıldığı Türkiye'de, "Kürtçe eğitim" talebini nereye koymak gerekir?
Bu talep "anadil yasağı"nın kalkması talebiyle aynı nitelikte midir?
Kürtçe eğitim talep eden dilekçelerin toplu ve yaygın hale getirilmesi çabasıyla, AB'ye giriş süreci, demokratikleşme talepleri ve PKK'nın siyasallaşma gayretlerinin zamanlaması tesadüf müdür?
Konunun samimiyet ve açıklıkla tartışılması için bu soruların da samimiyet ve açıklıkla yanıtlanması gerekir.
İlk iki soruya şu yanıt verilebilir...
Türkiye'de devlet, resmi dil olan Türkçe'nin ülkenin her yöresinde ve her vatandaşına öğretilmesi ve eğitim dili olarak güçlendirilmesi konusunda görev ve sorumluluğunu gereği gibi yerine getirememiştir. Bu devlet için bir görev olduğu kadar, bunu talep etmek de vatandaşın hakkıdır. Anadilinden başka dil bilmeyen ve kendini ifade edemeyen, okul yüzü görmemiş, eğitim hizmeti almamış insanların anadillerinde konuşmalarını, kendilerini ifade etmelerini yasaklamak insan haklarına da, demokrasiye de hukuka da aykırıdır. Türkiye, olağanüstü dönemlerde bu tür yasakları deneme hatasına düşmüş, ancak, sonradan bu hatadan dönmüştür. Bireysel özgürlük anlamında Türkiye bu ayıptan kurtulmuştur.
Ancak bugün gündemde olan talep aynı değildir. Kürt kökenli vatandaşların "eğitim hakkı" talebi gibi sunulması, resmi dilin Türkçe olduğu, genel eğitimin Türkçe yapıldığı, kamu hizmetlerinin Türkçe görüldüğü, kamuda görev alabilmek için Türkçe'nin zorunlu olduğu düşünülürse, dilekçe veren üniversiteli gençlerin neyi amaçladıkları sorusu zihinlere asılı kalır.
Avrupa Birliği ve Avrupa Birliği'ne verilen Ulusal Program bağlamında düşünüldüğünde ise durum yine farklıdır. Bu programda resmi dilin Türkçe olduğu belirtilmiş, konuya bireysel özgürlükler açısından yaklaşılmıştır. Diğer ifadeyle bazı kesimlerce savunulduğu gibi Avrupa Birliği'ne resmi dil dışında, bir başka dilde genel eğitim yapılabileceği yönünde bir taahhütte bulunulmamıştır.
Durum böyle olunca Kürtçe eğitim dilekçeleri ve talebinin "siyasi yönü" bulunmadığını öne sürmek çok zordur. Hatta, siyasi yönü reddedilmeyecek kadar açık ve hakim bir biçimde görülmektedir. Aksini söylemek gerçekçi değildir.
PKK'nın silahlı mücadeleyi kaybettikten sonra, "demokratik cumhuriyet ve barış süreci" adı altında savunduğu ve uygulamaya koymaya çalıştığı projenin ilk aşama hedeflerinden birinin, "Kürtçe eğitim" ve bu talebin ülke gündemine taşınması olduğu, kendi belgelerinde mevcuttur. Bu karar ve bu karara ilişkin izlenmesi istenen politika, taktik ve eylemleri, PKK'nın kongre ve konferansları ile Abdullah Öcalan'ın savunmasında bulmak mümkündür.
Bu yönüyle de söz konusu talep ve dilekçeleri, PKK'nın siyasallaşma kararı ve çabasından ayrık tutmak çok zordur.
Konu tartışılacaksa, bütün bu yönleri kavranarak tartışılmalıdır.