Yaşamım boyu evimde bir kez “özel aşçı” oldu. 30 yaşın altında görünüyordu. Meşum 1 Mayıs sabahı için izin istedi, “Çalışanların yanında olmak istiyorum” dedi. O gün konuklarımız vardı ama karşı çıkmadım, “Gidebilirsin ama erken dön, akşama konuklarımız var biliyorsun” dedim.
“Saat 3-4 gibi evde olacağını” söyledi.
Ve... Hâlâ dehşetle anılan o kanlı 1 Mayıs yaşandı.
Aşçı, ne o akşam geldi ne de daha sonra gördüm.
Araştırdım.
Ne ismi gerçek ismiydi, ne de verdiği adres doğruydu.
Zaten sadece birkaç gün çalışmıştı. Kim bilir hangi amaçla bizim eve sızdırılmıştı.
Dilerim ki yaşıyor olsun.
Ama bu işten anlayanların değerlendirmelerine göre esaslı bir tehlike atlatmışız.
O 1 Mayıs’ın üzerine toplanmakta olan kara bulutlar, apaçık görünüyordu, “çok kötü şeyler olabileceği” duyumları alıyordum.
“Aman dikkat, aman önlem” diye yazılar yazmıştık.
Ne var ki, yazgıyı değiştirmekte etkisi ve katkısı olmadı.
Taksim Meydanı’nda toplanan 10 binlerin üzerine ansızın otomatik silahlarla yaylım ateşi açılması hâlâ anlaşılır şey değil...
“Su işleri” diye anılan duvarın üzerinde bir anda beliren ve hâlâ kim oldukları bilinmeyen tetikçiler rasgele yaylım ateşi açıyorlar ve sonra ve birkaç dakika içinde toz oluyorlar. Biri bile yakalanmıyor.
Olacak şey değil. Bırakın yapılan uyarı yayınlarını bir yana, Türkiye’nin o kurşun gibi ağır havası ve her gün işlenen 20-30 siyasi cinayet bile olağanüstü güvenlik önlemlerini, ciddi istihbaratı gerektirirdi.
Ev hapsi
Ertesi yıl 1 Mayıs yaklaşırken gerilim gene tırmanıyordu.
Meydanda toplanacak 10 binler ve akması ihtimali büyük olan kan nedeniyle kuşkular ve kaygılar yoğundu.
O günlerden birinde dönemin 1.Ordu ve İstanbul Sıkıyönetim Komutanı Org. Necdet Üruğ’un gazete yöneticileriyle konuşacağı bildirildi. Selimiye’deki makamına gittik. Necdet Paşa çok ilginç bir oturuş görüntüsündeydi, ayaklarını çapraz yapmıştı, başparmaklarını ellerinin dört parmağının içine gömerek dizlerinin üzerine koymuştu. Göz göze gelmeden, genellikle önüne doğru bakarak konuşuyordu.
Açıklaması önemliydi: “1 Mayıs’ta sokağa çıkma yasağı koyuyorum. Taksim’de toplantı yapılmasına izin yok.” Sendikalar Taksim’e çıkmaya kararlıyken bu “sokağa çıkma yasağının uygulanması” bize neredeyse imkânsız gibi görünmüştü.
Bu görüşmeyi gene ayakları çaprazda, yumruk yapılmış elleri dizlerinde, boşluğa bakarak cevaplandırdı, “Kesinlikle uygulanacak. Göreceksiniz” cevabını verdi. Sesindeki kararlılık ve bu oturuş şekli etkileyiciydi.
Aradan yıllar geçtikten sonra bu konuda bazı ezoterik yazılarla aydınlandım.
Bu oturuş şeklinin Japonlar tarafından uygulandığını öğrendim.
Karşısından negatif etkilenmeyi önleyen bir görünmez kalkan oluşuyormuş. Dinleyenleri etkileyen fakat onlardan etkilenmeyen, kökü yüzyıllara uzanan, geleneksel müzakere tekniği... Bunu Japon işadamları da iş görüşmelerinde uygularmış.
Daha sonraki yıllarda duyarlı görüşmelerim sırasında aynı yöntemi zaman zaman uyguladığımı itiraf edeyim.
1 Mayıs 2010
Türkiye insanı tüm kesimleriyle sanki bu Japon tavrını benimsemekte.
Zaman içinde o kadar kan döküldü, öylesine acılar çekildi ki, tahriklere, provokasyonlara karşı kendi psikolojisini koruyabiliyor.
Örgütlü provokasyonlar, cinayetler, kıyımlar elbette kınanıyor ama zemberekler boşanmıyor, sosyal çatışmalar yaşanmıyor.
Oysa...
Karanlık tezgâhların ve onların tetikçilerinin, yumrukçularının hedefleri “10 binleri kışkırtmak, 100 binlerin, milyonların psikolojilerini bozmak, toplumda fay kırıkları oluşturmak, insanlarımızı birbirine kırdırmak...”
Taksim Meydanı o meşum günden sonra ilk kez 1 Mayıs kutlamalarına açılıyor.
Aldığımız izlenimler, “halkın tümünde oluşan kana ve şiddete karşı tavrın, 1 Mayıs’ta Taksim’i dolduracak olanlar tarafından da paylaşıldığı...”
Onları etkilemeye çalışmak beyhude.
İnsanımız artık bağışıklık kazandı...
Üniformasız, ayaklarını çapraz yapmaksızın, başparmaklarını ellerinin dört parmağının içine gömüp yumruk formatında dizlerine koymaksızın, kanlı ve kirli oyunlara karşı psikolojik kalkanlarını üretti.
Allah’tan bu iyimser satırlarım nedeniyle beni mahcup etmemesini diliyorum.