Rüzgar tanrıçası onların ayaklarına birer öpücük kondurur. Futbol yıldızı işte ayaklarında bu öpücüklerle doğar. Top, onlara parlayarak ve gülücükler dağıtarak gelir.
Futbol yıldızlarıyla dans eder. Yukarıdaki anlatım Eduardo Galeano’dan. Türkiye’ye onur armağanı sunan millilerimiz de, rüzgâr tanrıçasının ayaklarına öpücükler kondurarak yeryüzüne yolcu ettiği yıldızlardır.
Liderler zirvesini yazacakken Galeano’nun "Gölgede ve Güneşte FUTBOL" kitabı öylesine güzelliklere çekti ki, hâlâ dünya üçüncülüğü büyüsü içinde olduğumu hissettim. Kopamadım.
O halde kitabın sayfalarında keyifli yolculuğa devam.
Futbolcu topa âşıktır. Çoğu çapkındır. Uçarıdır.
Ama "topa" hiç ihanet etmez. Aldatmayı aklından geçirmez. Topla arasındaki aşk ölümüne kadar kesintisiz ve rakipsizdir.
Kitaptan birkaç satır daha:
"Pele, Maracana’da bininci golünü attığında onu öptü. Efsane futbolcu di Stefano ise evinin girişine üzerinde - teşekkürler - yazılı bronz bir plaka bulunan top heykeli koydu."
Shakespeare’in "Yanlışlıklar Komedisi"nde şöyle satırlar var:
"... Beni futbol topu mu sandınız? Bir o tarafa bir bu tarafa tekmeleyip duruyorsunuz. Bu görevim sürecekse, beni deriyle kaplamanız gerekecek."
Kral Lear oyununda ise kent kontuna şöyle dedirtir:
"- Sen! Aşağılık futbol oyuncusu!"
Gerçekten o tarihlerde, futbol ayak takımının oyunu olarak görülür, aşağılanırdı. Daha sonraları tüm toplumu kucaklayan bir ortak heyecana dönüştü. Soyluların da sporu oldu.
Futbol bugünkü şekline 1863 yılında 12 İngiliz kulübünün bir tavernada imzaladıkları centilmenler anlaşmasıyla kavuştu. Kulüpler soyluların üniversitesi Cambridge’in belirlediği kuralları benimsediler. Futbolun tarihi aslında daha da eski.
Bazı anıtlardaki rölyeflere göre, Ming hanedanına mensup Çinliler, bugün Adidas’ın ürettiğine benzer toplarla oynuyorlardı.
Eski Mısırlılar ve Japonlar da topu tekmeleyerek oynarlardı.
Jül Sezar futbolu iki ayağını da kullanarak oynarmış. Neron ise sadece birini. Zaten ayak topu, Britanya adalarına Romalı lejyonerler aracılığıyla ulaşmış.
Leonardo da Vinci koyu bir ayaktopu tutkunu, Machiavelli ise sıkı oyuncuymuş.
Vatikan bahçelerinde papalar, Calcio (futbol) oynamak için dini giysilerinin kollarını ve paçalarını sıvarlarmış.
Galeano’ya bir parantezle ara....
TV için Nâzım Hikmet Belgeseli’ni hazırlarken Moskova’da dinlediklerim şöyleydi:
"İşte şu alanda o zamanlar futbol oynanırdı. Nâzım sert oynuyordu. Bir ara hışım gibi yüklendi. İsmail Bilen’in bacağını fena halde sakatladı. İsmail Bilen’in Türkiye Komünist Partisi Genel Sekreteri olduktan sonra hep Nâzım Hikmet’le uğraşması, onu partiden dışlama tertipleri, belki de o sakatlık nedeniyledir. Çünkü olayı hiç unutmadı. Zaman zaman dile getirdi."
Dünya üçüncülüğünü aldığımız Dageu Stadyumu’nda, zafer çığlıkları, alkışlar sonsuza kadar uzanacak ses titreşimlerini ve anıların izlerini bırakacak.
Galeano’dan birkaç stadyum satırı:
"Suudi Arabistan’daki Kral Fahd Stadyumu’nun tribünleri mermer, altın ve halı kaplıdır; ancak ne anlatacak bir anısı, ne de söyleyecek bir önemli sözü var..."
Oysa İngiltere, Fransa, Almanya, İtalya, İspanya stadyumlarında bizim Ali Sami Yen, Şükrü Saracoğlu, İnönü’müzde sonsuzluğa uzanacak zafer ilaheleri duyarlı kulaklara hâlâ ulaşıyor.
Son söz...
10 Kasım 1938’de Atatürk’ün kaybından 64 yıl sonra, 30 Haziran günü ve gecesi ilk kez bu insan manzaraları oluştu. Atatürk’ün çocukları için duygu şelaleleri aktı.
Siyasetçiler bu manzaralarda kendilerine tutulmuş boy aynasını görmeliler.
Hangisi bu coşkuyu verebildi?