İsmet İnönü için merhum Vehbi Koç’tan bir anı dinlemiştim.
Onun bir “ahlak dersi” örneği olan anıyı yansıtıyorum:
1970’li yılların sonlarıydı...
Üzerinde bir dolar bulunsa yandın.
Kendini hâkimin karşısında bulursun.
“Döviz kaçakçısı” suçlamasıyla yargılanırsın.
Evinde neskafe, yabancı sigara, viski bulunsa gene aynı “vahim(!)” suç...
O günlerde dönemin ünlü emniyet müdürlerinden biri gece kulüplerini, diskoları, restoranları basıyor “bandrolsüz” içki ve sigara alıyor.
Dönemin en gözde mekânlarının sahipleriyle içeri alınıyor.
Bu süreçte herkes tedirgin.
“Evler basılabilir” kuşkusuyla koca koca şişelerdeki neskafeler, viskiler ve diğer yabancı içkiler tuvaletlere dökülüyor.
Boş şişeler bile yok ediliyor.
Örnek insan
İstanbul’da krema kesimde bile bu panik yaşanırken merhum Vehbi Koç sakin ve sessizdi.
Evine baskın yapılabilecek olması ihtimali onu hiç ilgilendirmiyordu.
Nedenini şöyle anlatmıştı:
Benim evime veya işyerime gelen bütün hediyeler çalışanlarım tarafından sırf bu hediyeler için tutulan deftere kaydedilir.
Misal...
Viski mi geldi?
Markası, adedi, kimin gönderdiği, tarihi, saati, getirenin adı ve soyadı yazılır imzalattırılır.
Elbette hediyelerin yasal objeler olması temel kural...
Vehbi Bey bankadaki kişisel hesabından şirketlerinin muhasebesine evindeki her şeye kadar kayıtların kesin ve kanıtlı olmasına titizlik gösterirdi.
Bu disipline nasıl girdiğini de şöyle anlatmıştı:
Bunu İsmet İnönü’den öğrendim.
O da kendisine gelen bütün hediyeler için defter tutardı.
Harcamaları mutlaka kayda alınırdı ve atılmazdı.
Böyle bir âdeti vardı.
Çok da yararını gördü.
Demokrat Parti zamanında eşi Mevhibe Hanım’a dikilen bir elbisenin bile hesabı sorulmuştu.
“Bedava dikildi” diye iddia edilmişti.
İsmet Paşa bunun üzerine aradan kaç yıl geçmiş olduğu halde saklanmakta olan “ödendi” kayıtlı belgeyi çıkardı, koydu önlerine.
Bu bana ders oldu.
İsmet Paşa’nın “hediye defterinin” aynısını ben de senelerdir uyguluyorum.
Hiç zararını görmedim.
..................
Kimsenin üzerine kuşku gölgeleri düşürmek niyetinde değilim.
Ancak...
Akçeli konularda suçlanan ama “dokunulmazlık” zırhı içinde oldukları için haklarındaki fezlekelerden sıyıran ve yargılanamayanlar bu anıdan bilmem ders çıkaracaklar mı? Makamlarına verilen hediyelerin hesabını açıklamayanların da İsmet Paşa’nın bu anısından öğrenmeleri gereken çok şey var.
BOĞAYI BOYNUZLARINDAN DEVİRMEK
Şu iki resme bakın. Dâhi sanatçı Botero’nun yaşam öyküsünde “önsöz”dür.
Botero’nun babası bir seyyar satıcıdır.
At sırtında köy köy dolaşıp satış yapmaktadır.
Tutkusu ise “boğa güreşi...”
Oğlunun boğa güreşçisi (matador) olmasını yürekten istemektedir.
Şöhret, saygınlık, servet oğluna nasıl da yakışacaktır.
İki fotoğraftan biri olan henüz çocuk yaşlardaki Botero’nun görüntüsü, babasına hak verdirtiyor.
Daha o yaşta ilerinin yakışıklı, karizmatik genç Botero’su hissediliyor.
Oğlunu alır, boğa güreşlerine götürür.
Amacı, bu çocuğa boğa güreşini sevdirmektir.
Botero gerçekten bu kanlı arenalardan, mağrur matadordan, coşkulu ortamdan etkilenir, sever ama matador olmak için değil, çizmek için...
Harika boğa güreşi resimleri yapar.
Hâlâ boğa güreşlerine gitmekte ve büyük zevk almaktadır.
Ne var ki boğa güreşlerinin ötesinde resim tutkusu yaşamın bütün renklerine ve alanlarına dağılır.
Doğduğu ve büyüdüğü kentte barlar, lokantalar ve oranın müdavimleri...
O kentin genelevlerindeki kadınlar ve erkekler.
Sonrasında Avrupa...
Bu arada kendine özgü bir “büyük objeler” üslubunu yaratmıştır.
O büyük objeler “şişman adamlar, çocuklar, kadınlar, atlar, boğalar” olduğu gibi “şişman mandolin, gitar, bardak, portakal” da olabiliyor.
Zaten “Beni şişmanların ressamı diye tanımlayanlar, yanılıyorlar” diyor ve üslubunu şöyle anlatıyor:
“Ben objeleri büyüttükçe istediğim renkleri daha büyük kullanabiliyorum. Bunu seviyorum.”
Yazının başına dönelim...
Botero, babasının ısrarına karşın matador olmadı ama zaman zaman kendini matador olarak gösteren otoportreler yaptı.
New York’ta kaldığı 7 yıl boyunca bir tek galeri dahi onun resmini sergilemedi ama yıllar sonra o kente sanatın bir müstemleke valisi gibi döndü.
Dünyanın yaşayan en zengin ressamı ve heykeltıraşı...
Çocukluğunda içinde yaşatılmak istenen arena ona dar gelmiş anlaşılan.
Tüm sanat dünyasını kendine arena eyledi.
Etrafında sanat eseri koleksiyonerleri, en ünlü galeri guruları, milyarderler, güzel kadınlardan oluşan 120 kişilik bir grup var.
Colombia’dan, New York’tan... Londra, Paris, Roma’dan...
Botero nereye giderse onlar da takip ediyorlar.
Bu grup İstanbul’daydı.
Türkiye’nin tanıtımı için önemli bir şans...
Bu etkinliği gerçekleştirebilen Pera Müzesi Genel Müdürü Özalp Birol’a tebrikler...