Güneri Cıvaoğlu

Güneri Cıvaoğlu

ngunericivaoglu@gmail.com

Tüm Yazıları
Haberin Devamı

HALİT Refiğ o menhus hastalığın pençesinde. Küçük görünen ama aslında çok derin bir nedenle...
Anlatayım...
Memorial Hastanesi’ndeyim.
Kattaki görevli hemşirelere “Halit Refiğ’i görmek istediğimi” söyledim.
“Temizleniyor, birazdan biter, haber veririz” dediler.
Ama bu temizlik “rutin” değilmiş meğer...
Tekerlekli sandalyede mavi gözlerini iri iri açarak Halit Abi, “Ameliyata hazırladılar. Ameliyata gidiyorum” dedi.
Kısa bir sohbetimiz oldu.
Ellerini, omzunu okşadım.
Gene sevecen, gene abi şefkatiyle bakıyordu gözleri...
Asansöre kadar götürdük.
O ana kadar serinkanlı görünen, kaygılarını belli etmemeye çalışan eşi Gülper Hanım ve dostları Prof. Gülçin Bermek’le odaya geçtik.
Halit Abi’yi konuştuk.
Ve... Koca Halit Refiğ’i o menhus hastalığın pençesine düşüren nedeni dinledim.
Eşi Gülper Refiğ anlatıyor:
Hiçbir şeyden korkmazdı. Ne aslandan, ne çiyandan, ne yılandan, ne silahtan...
Sadece bir tek korkusu vardı. O da anestezi...
“Narkoz aldıktan sonra bir daha uyanamam” korkusu değil, “Ya uyandıktan sonra beynimdekiler uçmuş olursa... Ya hafızamı kaybedersem” kaygısı...
O beyin ve içindeki birikim, Halit Refiğ demek.
Bu nedenle safra kesesinde taş olduğu halde yıllarca aldırmadı.
Sonunda 8 ay önce taşın safra yollarını tıkadığı ve habis tümörlerin oluştuğu saptandı.
Ameliyatla temizlendi. Kurtuldu sanıyorduk. Meğer karın zarına metastaz yapmış.

Halit Refiğ’in korkusu neydi

Bakınız... Bir sıradan görülebilecek narkoz korkusu aslında bir büyük değer için hangi kaygılara neden olmuş.
Kişisel “ömür” vadesi ekseninde bir kaygı değil, beyniyle insanlığa ve bu ülkenin sanatına yapabileceği şeyleri riske etmemek kararlılığı...
Karılar Koğuşu, Vurun Kahpeye, Aşk-ı Memnu, Haremde Dört Kadın ve daha nice büyük sinema yapıtı bu beynin ürünü...
Ama gene de... Oldu mu bu Halit Abi?..
Kendisi için dünya kayılarından nasıl uzakta olduğuna da bir örnek vereyim...
Bir amcası Şişli Terakki Lisesi’nin kurucularından, diğeri İstanbul’un ilk özel hastanelerinden Teşvikiye Sağlık’ın kurucusu... Aile varlıklı. Halit Refiğ, mirastan kendisine kalanı kabul etmemiş. Kendine özgü bir sanat ve yürek adamı.
Ulusal sinemanın harcı ve temel taşları onda...
Benim gittiğim gün yapılan cerrahi müdahale boru takılarak doğrudan sıvıyla beslenmeyi sağlamak amaçlıydı. Gecenin bir saatinde onun Irmak Zileli’yle söyleşisinden oluşan “Doğruyu Aradım, Güzeli Sevdim” adlı kitabını okumayı sürdürdüm.

İSLAMIN GOSPELİ
Halit Refiğ’in korkusu neydi


ONA “İslamın Tarkan’ı” diyorlar. Adı Sami Yusuf. Cuma gecesi Cemil Topuzlu Açıkhava Tiyatrosu’ndaki konserindeydim.
Konser öncesiyle başlayayım... Nişantaşı’nın merkezi bir kahvesinde atıştırdık. Konser saatine kadar insan manzaralarını izledik. Abdi İpekçi ve Nişantaşı’nın diğer caddelerinden hiç görülmemiş yoğunlukta başörtülü hanımlar ve genç kızlar akıyordu aşağılara...
Bir tarz eğlencenin tavan yaptığı Al Jamal’in yanından kıvrılarak Cemil Topuzlu’ya ulaşıyorlardı.
İçeriden görüntülere gelince... Açıkhava tiyatrosunda ilk kez başları açıklar küçük bir azınlık olarak kalmışlardı. Ve... Gene ilk kez erkekler küçük azınlıktı.
Yerim iyiydi. En ön sıradaydım. Koltuklarımızda isimlerimiz yazılıydı. Yandaki bloğun ilk sırasına göz attım, onlardaki etiketlerde de “Emine Erdoğan” yazılmıştı. Sami Yusuf’un muhafazakâr kesim için önemli isim olduğuna bir referanstı bu. Daha da ilgiyle bekledim müziğini... Yaşamımda hiç görmediğim gazeteci ve kamera ilgisiyle karşılaştım.
Onlarca kamera ışığı, önümde iri bir mikrofon demeti “Güneri Bey buradayız” diye objektiflerine bakmamı isteyen çağrılar... En ilginci de sorular...
“Güneri Bey, bu çok farklı bir müzik türü, neden geldiniz? Sami Yusuf’un müziği hakkındaki görüşleriniz ne?”
Anlaşılan bu ilginin sebebi, yadırganmış olmamdı.
Gerçekten de ilginç.
İslam dünyasının özel ilgi gösterdiği bir ünlü sanatçı geliyor ama bizim mahalleden -Ece Vahapoğlu dışında- gelen yok. Adam önemsenmemiş diyemem, çünkü en küçüğünden en büyüğüne bütün televizyonlar muhabir ve kamera göndermiş.
Neyse... İzlenimlerimi yansıtayım...
Rock, caz, pop ritmiyle içinde sık sık “Allah”, “Muhammed”, “Mustafa” gibi inanç dünyasının önemli kelamı geçen mısralar...
O “La ilahe illlallah” diyor, mikrofonu tribünlere uzatarak beden diliyle “Gerisini siz söyleyin” mesajını veriyor. Tribünlerden “Muhammeden Resulallah” yankıları yükseliyor.
Arkalarında Batı müziğinin tüm vurmalı, telli, nefesli çalgıları ve hareketli spot ışıklarıyla tam bir rock konseri sahnesi... Geriye dönüp sıralara baktım. Gerçekten heyecan, samimiyet, coşku vardı.
Bu tarz müzik çok eleştirildi. Bizde de böyle gruplar var... Grup Endişe, Grup Dem, Hicret, Umut Zen gibi... Eleştirilere hiç katılmıyorum. Bunu İslam dünyasındaki modernleşmenin işaretlerinden biri olarak görüyorum. Geleneksel mekânların tutucu kalıpları ve çatık kaşlı din zaptiyelerinin dışında gene inançlı ama sevgi dolu, evrensel müzikle birbirine yaklaşan sosyalleşme kötü mü?
İslamı terör ile özdeşleştiren kan ve çatık kaş önyargıları böyle böyle kırılır. Ayrıca... İlahi ya da ruhani müzik neden İslamda da yapılmasın?
Bakın Gospel, org ya da piyano eşliğiyle kilisede yapılan vokal değil midir?
İlla nefesli çalgı ney ve vurmalı çalgı mı olacak?
Şimdiden içinde piyano olan mevlevihanemiz yok mu? Gospelin “god (Allah)” ve “spell (söylem)” ifadesinin birleşiminden oluştuğu, “Tanrı kelamı” anlamında olduğu söylenir.
İslamın yeni sanatçılarının da yapmak istediği bu.