ADI ister “Kürt açılımı”, ister “demokratik açılım” olsun, bu süreci yürütenlere -kulaklarında kalması dileğiyle- eski Dışişleri Bakanı merhum İhsan Sabri Çağlayangil’den dinlediğim bir anıyı yansıtayım...
Türkiye-Yunanistan ilişkilerinin en gergin olduğu dönemde iki ülkenin dışişleri bakanları bir NATO toplantısında karşılaşırlar.
Ellerinde kadeh, müttefiklerden oluşan dostça bir ortamda ayaküstü sohbet ederler.
İhsan Sabri Çağlayangil, muhatabı Yunanistan Dışişleri Bakanı’na şöyle der: “Aslında aramızdaki sorunlar hiç de aşılmaz büyüklükte değil.
İnanıyorum ki, İsviçre’nin karlı tepelerinde bir dağ evine (şale) kapansak, baş başa birkaç gün konuşsak, tüm sorunlara çözüm bulabiliriz.”
Yunanistan Dışişleri Bakanı’nın şu cevabı, bugünün Kürt açılımını yapanların kulaklarında küpe olmalıdır:
“Ben de bu görüşünüzün altına imza atarım ancak siz ve ben İsviçre’de bir dağ evine kapanacağız ve kimsenin haberi olmayacak... Mümkün mü bu?
Daha ilk sabah pencereden baktığımızda bahçede fotoğraf makineleri ve TV kameralarıyla bir gazeteci ordusu görürüz.
Sonra...
Dışarı çıkar, kendi ülkelerimizin gazetecileriyle birer köşeye çekilir konuşuruz.
Artık buluşmamız dış politikamıza çözüm aramaktan çıkmış ve kendi kamuoylarımıza dönük iç politika yatırımlarına dönüşmüş olur.
Sorunlar, çözüm bir yana daha da çıkmaza girmiş olur.
İşte iki ülkenin dışişleri bakanları karşı karşıya geldiklerinde bile bir adım ilerleyemediler” denir.
Kandil’den İsviçre dağlarına...YUNANİSTAN Dışişleri Bakanı’nın ne denli haklı olduğunu 2009 Türkiye’sinde “Kürt açılımı” süreci kanıtlıyor.
İşte... İçişleri Bakanı Beşir Atalay, DTP Genel Başkanı Ahmet Türk’le konuşuyor.
CHP ve MHP ile konuşma talepleri ise geri çevriliyor.
“DTP’liler bu süreçte PKK’nın ve bu örgüt üzerinde etkisi olan Abdullah Öcalan’ın taraf olmaları gereğinin göz ardı edilemeyeceğini” söylüyorlar.
Sanki, çözüm değil, çözümün tıkanması için bir yöntem...
Her şey Yunanistan Dışişleri Bakanı’nın öngördüğü gibi...
Sadece mekân, İsviçre dağları değil, Ankara...
Denebilir ki, “Güneydoğu dağlarındaki soruna İsviçre dağları yöntemiyle çözüm aranmaz.”
Öyle mi?
O halde bir kez daha anlatayım...
Çölden İsviçre dağlarına...FİLİSTİN ile İsrail arasındaki müzakereler öyle davul çalarak, megafonla anons edilerek, kameralar eşliğinde lider ziyaretleriyle yürütülmüş değildi.
İskandinav fiyortlarında bir balıkçı kulübesinde iki tarafın müzakerecileri tam 3 yıl boyunca baş başa çözüm aradılar.
Kimsenin ruhu duymadı.
Bu üç yıl boyunca İsrail ya da Filistin müzakerecileri pencereden baktıklarında hiçbir sabah dışarıda bir gazeteci ordusu görmediler.
Tam bir gizlilik içinde anlaşmanın çerçevesi çizildi.
İçi dolduruldu.
Bundan sonra iki tarafın halkları için böyle bir anlaşmaya “psikolojik zemin hazırlama” aşamasına geçildi.
Gerilimi düşüren siyasal söylemler, yaklaşımlar, jestler gerçekleştirildi.
“Zamanın ruhu” oluştuğunda da dönemin İsrail Başbakanı İzak Rabin ile FKÖ Başkanı Yaser Arafat, Beyaz Saray’da tüm dünya medya mensuplarının önünde el sıkıştılar.
Aralarında bu süreci başından beri izleyen ve katkıda bulunan eski ABD Başkanı Clinton vardı.
Süreç, Oslo Anlaşması’yla perçinlendi.
Eğer Rabin, bir köktendinci Musevi’nin kurşunlarıyla öldürülmeseydi ve ortalık yeniden karışmasaydı, bu barış mayası tutacaktı. Gizlilik, devlet yönetiminde saydamlık ilkesine aykırı değildir.
Tutanakları olan, devlet arşivlerine giren her gizli görüşme, zamanı geldiğinde kamuoyuyla paylaşılabilir.
Evet...
“Kandil ya da Güneydoğu dağlarına karlı İsviçre dağlarındaki şale yöntemiyle çözüm aranmaz” görüşlerine karşı, “Filistin çöllerindeki soruna buzlu İskandinav fiyortlarındaki balıkçı kulübesi yöntemiyle nasıl da çözüm üretilmiş” cevabı verilebilir.
Yeter ki amaç “çözüm” olsun, “siyasi gösteri şehveti” değil...