BİRİ çıkar “Türklük bitti” der. Bir diğeri 21’inci yüzyıl Türkiye’sine “yeni Osmanlı diplomasi kaftanı” giydirmeye kalkar.
Neymiş bu Osmanlı diplomasisi?
.......................
Esat Cemal Osmanlı döneminde Hariciye’ye (Dışişleri Bakanlığı’na) girmişti.
Cumhuriyet kurulduktan sonra da diplomasi kariyerini sürdürdü.
1940’lı yıllarda Lahey Büyükelçiliği işgüderliğinden emekli oldu.
1946 yılında yayınlanan “Siyasi Tarihimizde 40 Yıllık Hariciye Hatıraları” kitabından bazı satırlar şöyle:
.......................
1896 yılında Mekteb-i Sultani unvanını taşıyan, şimdiki Galatasaray lisesini bitirince Hariciye kaleminde çalışmaya başladım.
Hariciye kaleminde yazışmalar “Fransızca” yapılırdı.
Müdürümüz bir “Ermeniydi.”
Türklerin Fransızca resmi yazışma dilini öğrenmelerine engel olmak için elinden geleni yapardı...
Türk memurlar, mühim bir yazının müsveddesini Fransızca olarak kaleme alamasınlar diye, bize hiçbir iş havale etmezdi.
“Türk memur yetiştirmek” istemezdi.
Fakat bütün bu engellere rağmen eski Hariciye nazırı Safa bey, Büyük Millet Meclisi eski Reislerinden Reşat Hikmet gibi bazı arkadaşlar, Fransızca resmi yazışmaların bütün inceliklerini kavrayıp öğrendiler.
TÜRKÇE BİLMEYEN BÜYÜKELÇİ
“OSMANLI diplomasi kaftanı” işte böyle bir şey.
Çıkarın onu düşünün:
Atatürk’ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti’nin bakanlık iç yazışmalarında “resmi dilin” Fransızca, İngilizce, Almanca veya herhangi bir yabancı dil olabileceğini kim aklına getirebilir?
Kaftanı giyip Osmanlı’nın son yıllarında diplomasi voltası atmaya devam...
Esat Cemal Bey anılarının Londra Büyükelçiliği’nde geçirdiği günlere ilişkin bölümünde bakın neler yazmış:
Selefim, yanı Londra’da benden önceki görevli, eski sefirlerden Rumbeyoğlu Fahreddin, Hyde Park Oteli’ne (1990’lardan sonra ismi değiştirilen Knıghtsbrıdge’deki - Harvey Nıchols’un karşısındaki Mandarın Hotel) inmemi tavsiye etmişti, doğru o otele gittim.
Ertesi gün Londra Sefaret-hanemizin önünde arabadan indim.
Sefirimiz Fenerli bir Rum ailesinden eski Londra Sefiri Büyük Muzurus Paşa’nın oğlu Etıenne Muzurus Paşa’ydı.
Pasa beni derhal kabul etti; meğer beni dört gözle bekliyormuş.
Beni böyle hasretle beklemesinin sebebi, bugün inanılmayacak kadar gariptir, çok gariptir:
“Türkiye’nin Londra sefiri Türkçe bilmiyordu.”
Maiyetinde de dert anlatacak, iş gördürecek, kendisine Türkçe ders verecek kimsesi yoktu.
Bana “Fransızca” olarak bunları anlatıp dert yandı.
.......................
Sefarette Tuenı bey adında ikinci bir katip vardı.
Suriyeli zengin bir ailenin oğlu olan Tuenı bey’i Londra sefaretine Başmabeyinci İzzet Paşa tayin ettirmişti.
O da tek kelime Türkçe bilmiyordu.
Tuenı bey keyif ehli bir zattı.
Londra’daki görevine İngilizlerin -season- dedikleri ilkbaharda kırlangıçlar gibi uğrar, zevk ve eğlence yerlerinde boy gösterirdi. En büyük ve lüks otellerde avuç dolusu para sarfederdi. Londra ve Paris gazetelerinin “mondanıte-sosyete” sütunlarında kendi adının da yazıldığını görür, sonra başını alıp başka bir yere seyahate çıkardı.
Sefarethanede kala kala bir üçüncü katip kalırdı.
(Londra büyükelçiliğinde hala bulunan bir masada çalışanların Londra’dan ayrılırken masanın sol üst çekmecesinin içine isimlerini yazmaları gelenekti.)
Tuenı bey bu masaya ismini yazan ikinci diplomat olmuş.
Yıl 1914.
Birinci dünya savaşı başlamak üzere.
Osmanlı’nın parçalanmadan önceki son günleri...
.......................
Bir de kelimenin tam manasıyla züppe bir tercümanımız vardı.
M. Jolıvard gece gündüz sarhoş gezerdi.
Bütün işi İngiliz gazetelerindeki Türkiye’ye ait yazıları Fransızcaya tercüme etmekti. (Sefarettekilerin Türkçe bilmedikleri gibi Londra gibi bir yerde İngilizce bilmedikleri de anlaşılıyor.)
Atatürk nereden çıkardı “Ne Mutlu Türküm” diye sözleri, ulus-devlet kavramlarını!!!
Ne güzel, Türkler olarak sadece alt pozisyonlarda yer alıyor musunuz!
Fransızca yazmamız zormuş ama olsun!
Zaten çoğu büyükelçimiz de Türkçe bilmezmiş ki!
.......................
Büyükelçi Uğur Ergun’a teşekkürler... G.C