Unutulmaz Dışişleri Bakanı Kissinger'ın kitaplarından birinin adı şöyle:
"ABD'nin Dış Politikaya İhtiyacı Var mı?" (1) Hipergücün "dayatması" bu ülkenin dış politikası oluyor.
Pax Americana, tarihteki Pax Romana'nın yerini almış bulunmakta. Nasıl ki Roma İmparatorluğu ile dost olabilmek, koşullarını kabul etmek gerekiyordu... Şimdi de ABD, sadece kendi koşullarını dayatıyor. Kabul edenleri dostu kabul ediyor.
Sadece rakipsiz gücüne dayanıyor.
Politikaya, ince söyleme gerek görmüyor.
Sovyetler Birliği'nin çöküşünden sonra tek kutuplu hale gelen yerkürede ABD, şimdilik dilediği sonuca direnişsiz ulaşıyor.
Irak'a savaşı başlatmasından daha haftalarca önce ABD gazeteleri, AB'nin olası karşı tavrının, Le Monde'da bir başyazıdan daha fazla etkili olamayacağını yazıyorlardı.
Öyle de olmadı mı?
Bush, Chirac'ı, Schröder'i takmadı. Rusya ve Çin'in ise sesleri bile çıkmadı.
ABD iş hayatının yaygın 2 kuralı şudur:
"Kural 1- Patron daima haklıdır.
Kural 2- Patron haklı olmadığı zaman, 1 numaralı kurala bak."
İşte Kissinger'ın kitabında aradığı "ABD'nin dış politikaya ihtiyacı var mı?" sorusunun kabaca cevabı.
ABD, "haklı olmasa da kendini haklı bulur."
Bu durumda ona haklı olarak karşı koymuş olanlar bile haksızdırlar.
Buna karşılık şu belalı coğrafyadaki Türkiye'nin "Dış politikaya acaba ihtiyacı var mı?" sorusu, taşınamayacak lükstür.
Türkiye'nin başını derde sokar.
Ancak...
Irak krizinin daha başından itibaren, Türkiye bir kafa karışıklığı ve politikasızlık görüntüsü vermiştir. Çelişkili sözleri ve sözlerine uymayan Meclis kararlarıyla 40 yıllık "güven" imajını yaralamıştır.
Hayal kırıklığı yaratmakla suçlanmaktadır.
ABD Savunma Bakan Yardımcısı Wolfowitz, işte bu görüşü ortaya koymaktadır. ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Grossman da onun sözlerinin ciddiye alınması gerektiğini söylemektedir.
Yani bu söylem, bir kişinin karbonatlanmış tepkisi sanılmamalı, ABD yönetiminin Irak savaşı sonrası Türkiye değerlerdirmesidir.
Burada deneyimli siyasetçi Süleyman Demirel için bir paragraf açmakta yarar var...
Demirel şu görüşte:
"Daha savaş hazırlıklarının başından itibaren Türkiye, ABD'ye açık ve net yardımcı olamayacağını ya da en fazla üslerini açabileceğini bildirseydi, gene bir rahatsızlık olurdu ama çok değil. Fakat sözler veriliyor. Adamlar gemileriyle limanlarımıza geliyorlar. Yük boşaltıyorlar. Üsleri, limanları onarma girişimlerine geçiyorlar. Havalimanlarının kira anlaşmaları yapılıyor. Diyarbakır'da, Mardin'de lojistik ve personel için binalar kiralanıyor.
Anlaşma hazır. Sadece imzaya kalmış.
O ne?
Tezkere tek oy farkla Meclis'te takılmış.
İkinci kez de oylama yapılmıyor.
Adamlara 'kusura bakmayın, hadi güle güle' deniyor.
İşte süper devlet hafızası bunu unutmaz."
Demirel'in vurguladığı gibi unutmadığı görüldü.
Wolfowitz'in söylemi, orduyu eleştirmesi, hele Türkiye'nin neredeyse özür dilemesi gerektiği mesajı, diplomasi ve siyasetin genel nezaket ölçütlerine uymuyor.
Rahatsızlık verici.
Ne var ki... Wolfowitz'in "Ben Türkiye'yi çok sevdim, Türkiye'nin hep yanında yer aldım" sözleri de var bu konuşmanın içinde. Grossman da Türkiye'ye yakındır.
Elbette bu "sevgi sicilleri" üsluplarını aklamaz ama hafifletici neden sayılabilir.
Ayrıca ölçüsü hayli kaçsa da gene dost mesajı olarak değerlendirilmeli.
Dün konuştuğum Dışişleri'nin deneyimli diplomatları da bu yorumu yaptılar.
Fakat...
Bütün bunlar, Türkiye'nin Kuzey Irak'tan uzak tutulacağı ve Suriye aşamasında aynı zikzaklı politikanın tekrarlanma olasılığına karşı ciddi uyarı yapıldığı gerçeklerini değiştirmez.
(1) Metu Press. Basım 2001. Türkçe yayım hakkı ODTÜ 2002.