Adana depreminin acısını yüreklerde hissetmenin bir kanıtını sunayım.
Özellikle kendilerini erişilmez şatoların güvenliği içinde sanan devlet büyükleri için...
70'li yılların sonlarıydı.
Bir lokantada yemek yiyorduk.
Yemeği bitirmiştik, kahveler içiliyordu, sohbetin en koyusunda saatler eriyordu.
Herhalde, gece yarısını geçmişti.
Birden ortalık gündüz gibi aydınlandı.
Sanki öğle saatlerindeydik.
Masamız pencerenin yanında olduğu için dışarıyı iyi görüyordum.
Saatlerimize göre vakit gece yarısı...
Ama...
Ortalık gündüz.
"Yoksa uyuyor muyum? İçkili miyim?" diye yokladım.
Hayır...
Peki...
Gecenin o saatinde bu gündüz aydınlığı ne?
Masadakiler de aynı meraktalar.
Sonra...
Yavaş yavaş aydınlık azalmaya başladı.
Önce...
Ortalık alacakaranlığa dönüştü.
Bir dakika kadar sonra ise zifiri karanlığa...
Gece, yeniden İstanbul'un üzerine çöktü.
İşte...
O anda, panik içinde bir ses duyuldu:
"Atom bombası attılar..."
Bu çığlık üzerine masamızdakilerin ve salondakilerin yüz ifadelerini anlatamam.
Ölümün kendi adreslerine ulaştığını algıladıkları saniyelerde çöküntü, isyan, korku, sevdiklerinden kopmak...
Ve nihayet "SON" , hepsi birbirine karışmıştı.
Bir çılgınlık anı yaşandı.
Kimi kendini yere attı... Kimisi kapı aralığına... Kimisi de aşağı katlara koşuyordu.
Ben ise telefona...
Gazeteyi aradım. Sürekli meşgul.
Nihayet...
3 - 4 dakika sonra Yazı İşleri'ne ulaştım.
Haydarpaşa'nın önünde, içi akaryakıt dolu bir tanker patlamıştı.
Ertesi gün, bizim İstanbul'un bütün aslan yürekli kodamanlarının o anda neler yaptıklarını dinliyordum.
Dua edenler, kendilerini bodrum katına atanlar, iki kapı arasında yere yatanlar, masaların altına girenler...
Felaket kapıyı çalınca...
Yani, sadece yoksulların değil, varlıklıların fil dişi kulelerine de erişince, işte o zaman acı, panik, insani sızılar anlaşılıyor.
Bu anıyı da o nedenle yazdım.
Adana'daki felaketzedelerin acısını herkes tarafından yürekte hissedilmesi gerektiğini...
Televizyon haberi görüntüsü ya da gazete manşeti...
Ölüm sayısı veren istatistik rakam olmaktan çıkartıp, dramını kanıtlamak istedim.
Adana'da yaşanan dramın arkasındaki gerçeklere gelince...
Bundan 10 yıl kadar önceydi.
Bir siyasi geziyi izliyorduk.
Yalçın Doğan ve Yavuz Donat'la beraberdik.
Devrin o zaman Anavatanlı olan Belediye Başkanı Aytaş Durak, bizi yeni yeni kurulma aşamasında ve kentin kuzeyindeki Yeni Adana'ya götürmüştü.
Planlı, altyapısı hazır, 1 milyon kişiyi barındıracak, 200 bin konut kapsamlı bir proje, hayata geçirilmekteydi.
680 km yol, 75 okul, binlerce dönüm yeşil alan...
Sağlıklı konutlar üretilmişti.
Durak, gururla "kenti, bataklık üzerine kurulmuş, sivrisinek kaynayan eski yerinden buraya taşıyorum. Dünyanın en verimli tarım alanı olan Çukurova'yı işgalden kurtarıyorum" diyordu.
Ve şöyle ilave etmişti:
"Allah korusun. Bir deprem olsa, eski Adana yerle bir olur. Oysa, kurduğumuz bu yeni Adana'nın zemini çok sağlam bir bölge. Üstelik, inşaatlar imar ruhsatlı ve kontrolden geçmiş."
Aytaş Durak, 10 yılda projeyi yarı yarıya bitirdi.
Adana'nın yarısı yeni Adana'da...
6,3 şiddetindeki depremin bütün hasarı, ne yazık ki, eski Adana'da.
Yeni Adana'daki 10 binlerce binanın duvarlarında çatlak bile yok.
Aytaş Durak'ın "eski Adana'yı yeni Adana'ya taşıma projesi"ne direnenlere karşı haklılığını kanıtlaması için; bunca can kaybı, bunca yaralı ve yıkıntı mı gerekmeliydi?
Adana'daki felaket diğer büyük kentlerimizin de çevresindeki çarpık yapılanmayı vurabilir.
Hazine arazisi, mafyaya peşkeş çekiliyor.
Mafya, aklına göre parselliyor, yoksul halka satıyor.
Üstelik...
Taşını, çimentosunu, kiremitini, demirini de kendisi satıyor.
Trilyonlar kazanıyor.
Oy kaygısıyla - genelde - iktidarlar buna göz yumuyor.
Yeni değil... Çeyrek yüzyıldır böyle.
Tek çözüm; Hazine'nin bu arazileri büyük inşaat şirketleri konsorsiyumuna "sosyal konut üretmek ve gecekondu fiyatına satmak" koşuluyla vermesidir.
Durak, yeni Adana'da 5 bin dolarlık krediler vererek diğer daha pahalı binaların ve mahallelerin arasına bu tür sosyal konutları kattı.
40 metrekare - 60 metrekare...
Orada bir sosyal harman yarattı.
Yeni Adana'da polisiye vaka da yok denecek kadar az.
Var olan gecekondulara gelince...
Türkiye, İngiltere yönetiminin adaya uyguladığı "Hong Kong modeli"ni seçmelidir.
"Her 100 - 150 gecekonduyu bir dev blok apartmana dönüştürmek."
Hong Kong, gecekondu görüntüsünden, gökdelenler görüntüsüne bu modelle geçti.
Eğer...
Böyle büyük dönüşümler yaratacak projeler hayata geçirilemeyecekse, sıradan yönetimlerle Türkiye, sıradan bir üçüncü dünya ülkesi olarak kalır.
Yazara E-Posta: G.Civaoglu@milliyet.com.tr