17 Aralık ve sonrasında sızan izlenimler “Başbakan’a kadar uzanabilmek” çabasını hissettiriyordu.
Bakan Bayraktar’ın Karadenizli duyarlığıyla istifa açıklamasında o adresi göstermesi bu izlenimlerle birlikte yorumlanmalı.
3 bakan ve bir eski bakanın istifası ortaya “öngörülemeyen” bir tablo koydu.
l Başbakan Erdoğan istifa ederek ve hükümetini tümüyle yenileyerek güven oyu almayı ve böylece kuvvet ve muşruiyet tazelemeyi düşünüyor mu?
l Genel seçimleri 1 yıl öne alarak Cumhurbaşkanı seçimiyle sandıkları aynı günde koyabilir mi?
l Cumhurbaşkanlığı kararlılığını sürdürecek mi? (Genelde sorunun cevabı “evet”)
l Tüzük değişikliğiyle 4’üncü kez de milletvekili seçilmenin önünü açar mı? (Bu sorunun daha genişletilmiş hali, Erdoğan’ın -şimdilik- küçük de olsa bir olasılıkla yola 4 yıl daha siyasete başbakan olarak devam etmesi seçeneğidir.)
l İstifa eden bakanlar için bir Meclis soruşturması açarak, yargı kararına kadar siyasal bir aklama süreci başlatılır mı? (Bakanlar için henüz yüce divan sıfatıyla Anayasa Mahkemesi’nde dava olmadığı için, soruşturma -yoruma bağlı olarak- yargıyı etkileme kapsamı dışında kalabilir.)
......................
Siyasette 24 saat bile uzun süredir. (İstifa eden bakanlar daha bir gün önce Başbakan’ın yanında değiller miydi?)
26 Aralık’ta güneşin hangi siyaset manzarası üzerine doğacağı bilinmez.
Ancak...
Başka soruların da gündeme düşebilmesi mümkün.
ADALET TERAZİSİ
Yargı kararına kadar herkes “masumdur.”
Bu “masumiyet karinesi” ötesinde bazı notlar...
....................
Eğer varsa “yasa dışı olan her şeyin” adalet terazisine konulması gerekir.
Bu, madalyonun ön yüzündeki “hukuk” gerçeği.
Diğer yüzündeki “siyaset” görüntüsüne de bakmak gerekir.
17 Aralık’ta bakan çocukları hakkında “rüşvet ve yolsuzluk” dosyaları patladığında iktidarla, cemaatin yol ayrımına işaret etmiştim.
“Demir-el’in pişmanlığı” tecrübesini gündeme taşımıştım.
3 bakanın ve bir eski bakanın istifasından sonra o tecrübenin değeri daha da vurgulanmakta.
Kısaltarak yeniden yansıtıyorum.
EN BÜYÜK PİŞMANLIĞIM
Yıllar önce 9’uncu Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel ile bir sohbetimizde sormuştum:
“Siyasetin duayenisiniz.
1960’lı ilk yıllardan bu yana aktif siyaset yaşamınızda sizi en fazla etkilediğini düşündüğünüz ve derinden pişmanlık yaşadığınız, döne döne keşke yapmasaydım dediğiniz bir yanlışınız oldu mu?”
Samimi bir itirafta bulunmuştu:
“1970’te bir grup arkadaşımızla yollarımız ayrıldı.
Onlar 27 Mayıs 1960 ihtilali sonrasında birlikte yola kurulduğumuz kader arkadaşlarımdı.
Can dostlarımdı.
2 dönem üst üste onlarla birlikte seçim kazandık.
Tek başına iktidar olduk.
1969’da oylarımız yüzde 50’nin de üzerindeydi.
Görüş ayrılığı çıktı.
Ayrıldılar.
Demokratik Parti’yi kurdular.
İçim yandı.
Ama...
Partimiz gene de Meclis’te tek başına iktidar çoğunluğunu sürdüreceği kadar sayıca güçlüydü.
Keşke onları ayrılmamak, partimizde kalmak için daha fazla gayret gösterseydim.
Belki ikna edebilirdim.
Yapamadığım için pişmanlığım yıllarca sürdü.
Partimiz AP (Adalet Partisi) ve sonrasında kurulan DYP de bir daha hiç tek başına iktidar olamadı.”
Demirel bunları söylerken duygu yüklüydü.
Yıllardan süzülen “özeleştirisini” dile getirmişti.
.....................
İktidar ve Cemaat arasındaki çatışmanın analizini yapabilecek özel ve derin “içeriden” bilgilere sahip değilim.
Ancak... Son 11 yılın büyük bölümünde yol arkadaşıydılar.
Bu “dışarıdan” ve “genel” bakışla onların -içişleri/ilişkileri- üzerime hiç de vazife değil ama AK Parti doruklarında acaba yıllar sonra “Demirel pişmanlığı” yaşanacak mı diye düşünüyorum.’
......................
Bu olanlardan sonra ayrı-ca “yoruma” gerek var mı?