Sakarya’nın bir köyüne yerleşip ekolojik tarım yapan fizik öğretmeni Sevil Çakmak Bilgin’den doğada kendi kendine yeten hayat deneyimini dinliyoruz
Limitimizi yine aştık. Dünyanın 2022 yılı için bize sunduğu doğal kaynakları 3 gün önce tükettik. Artık yıl sonuna kadar 2023 yılının bütçesinden harcayacağız. Zaten uzun zamandır geleceğe borçlanarak yaşıyoruz. Çünkü mevcut yaşam biçimimize dünya yetişemiyor. Bu yüzden küre ısınıyor, iklim değişiyor, felaketler kapımıza dayanıyor.
Bu gidişatı değiştirebilmek ise ancak yaşam şeklinde gerçekleşecek dönüşümlerle mümkün. “Aman ben ekolojik ayak izimi azaltsam ne olacak? Dünyayı asıl kirletenler gelişmiş ülkeler ve çok uluslu şirketler” diye düşünebilirsiniz. Ama emin olun bireysel değişim onları da dönüşüme zorluyor. O nedenle artık hemen her şirket sürdürülebilirlik planları yapmakla meşgul. Biraz bilinç ve çabayla ekolojik bir yaşamın kapısını aralayabiliriz. Tabii bunun için bize rol modeller de
Avrupa’da ölümlere yol açan aşırı sıcak hava dalgası bizi de etkisine alıyor. Türkiye’nin İklim Başmüzakerecisi Prof. Dr. Birpınar, “Ülkeler ortak çıkara göre hareket etmezse gelecek nesillere ne su ne hava ne de toprak kalacak” diye uyarıyor.
Önce yaz selleriyle yaşanan felaketler, ardından aşırı sıcak hava dalgasına bağlı ölümler… “Kapıda” dediğimiz iklim krizi, artık evimizin içinde. Korktuğumuz gelecek her geçen gün yaklaşıyor. Yaşadığımız iklim değişikliğine dayalı felaketler bunun habercisi. Ve maalesef geleceğe dair umutlar da azalıyor. Çünkü dünyayı ısıtarak iklim krizine neden olan sera gazı emisyonlarının salınımı hız kesmeden sürüyor. Emisyonları azaltmak adına tüm ülkelere yükümlülükler veren Paris Antlaşması bile umut verici değil!
Bunu ben söylemiyorum. Paris Antlaşması’na imza atan Türkiye’nin İklim Başmüzakerecisi Mehmet Emin Birpınar dile getiriyor: “Paris Antlaşması’na umut bağlamamız durumunda dahi sonuçlar pek iç açıcı
Limon hasadı eylülde başladığı için Mersin’deki soğuk hava depoları ile Ürgüp’teki yer altı depolarında yatan, dinlenen limonlar piyasaya sürülmeye başlanıyor.
Çok değil daha 4-5 ay önce, “para etmiyor” diye limon ağaçları sökülürken, bugün pazarda limonun kilosu 20 lirayı aştı. Maalesef bu tablo bizim büyük çaresizliğimiz! Sadece limonda da yaşanmıyor bu durum. Birçok tarım ürününde ciddi fiyat dengesizliğiyle karşı karşıya kalıyoruz. Çiftçinin 2-3 liraya zar zor sattığı domatesi, pazardan 15-20 liraya alıyor; mevsiminde ve yerel tüketmediğimiz için üreticiden çok aracıya, halciye, tüccara kazandırıyoruz.
Limonda da durum farksız değil. Limonun hasat dönemi eylülde başladığı için şu an limon hasadı yok. Dolayısıyla pazara gelen limonlar, “yatak” ve “dinlenme” olarak adlandırılan limonlar. Dinlenme limonlar da Mersin’deki soğuk hava depoları ile Nevşehir Ürgüp’teki yer altı depolarından geliyor. Kış sezonunda TIR’larla depolara
Büyükşehirler gıda ormanı olabilecek potansiyele sahip. Parklar, bahçeler, korular, mesire alanları göze hitap eden peyzaj yerine hem göze hem de damağa hitap eden yenilebilir peyzajla süslenemez mi?
Şehirdeki ağaçların meyvelerini neden çürümeye terk ediyoruz? Üstelik gıdanın el yaktığı böylesi bir dönemde. Geçtiğimiz günlerde Altunizade’de yürürken burnuma keskin bir ıhlamur kokusu çalındığında geldi bu soru aklıma. Ağaç baştan aşağı ıhlamur çiçeğiyle donanmıştı. Ve belli ki o bölgede yaşayanlar sadece o ağacın kokusuyla yetiniyorlardı.
Belki siz de fark etmişsinizdir. Bu aylarda bazı kaldırımlardan yürürken ayakkabınızın altı yapış yapış olur. Güzelim dutlar yerlere dökülüp çürür, posaları da ayağımıza yapışır. Üstelik pazarda, markette 300 gramı 20-30 liraya satılırken. Keza incirler de öyle, erikler de... Çoğu çürüyüp yerlere dökülür. Oysaki çocukluğumuzda erik ağaçlarına dalmak yaz alışkanlığıydı. Şimdiki çocuklar ise
Kars’ın Oğuzlu köyünde kooperatif kuran 20 kadın, mavikantarondan tıbbi ve aromatik yağ elde etmeyi amaçlıyor. Kadınlar, köyde hayvancılığa ek bir gelir kaynağı oluşturmayı hedefliyor.
Kullandığımız ilaçların etken maddelerinin önemli bir bölümü, doğadaki bitkilerden elde ediliyor. Farmakolojinin ecza dolabı aslında doğa. Birçok hastalığın merhemi tabiatta saklı. Önemli olan onu keşfedebilmek.
Bazen geleneksel kullanımlar, bu keşiflerde önemli rol oynuyor. Yerel toplulukların çeşitli sağlık sorunlarını gidermek için başvurduğu ananevi uygulamalar, laboratuvar desteği sayesinde ilaca dönüşebiliyor. Tıpkı ilk yerli ilacımız “Lityazol”da olduğu gibi. Dr. Cemil Şener’in böbrek ağrısı çekenler için köyde kaynatılan şevketibostan tanıklığıyla ortaya çıkmıştı o ilaç. Ama devamı gelmedi. Dünyanın en zengin floralarından birine sahip olmamıza karşın, bu endemik çeşitlilik bir türlü medikal zenginliğe dönüşmedi. Ancak son dönemde ciddi bir kıpırdanma var. Tıbbi ve aromatik bitkilere yönelik ilgi, hem
Medikal gıdalara büyük ilgi var. Nasıl olmasın? Domatesteki likopen kansere karşı koruyucu, üzüm antisiyanin barındırıyor, nar kabuğundaki punicalagin prostata faydalı. Gıdalar artık çok daha işlevsel olacak.
Vitamin katkılı sütler, probiyotikli çaylar, çinkolu içecekler, propolisli çikolatalar... Raflarda ve etiketlerde gördüğümüz bu değişim, gıdadaki dönüşümün ilk sinyalleri. Belli ki geleceğin gıdası moleküler müdahalelerle şekillenecek. Bilim kurgu filmlerindeki gıda hapları hiç de uzak bir gelecek değil. Zaten gıda takviyeleri aldı başını gitti. Şimdi de bizi, o takviyelerin doğrudan gıdalara eklendiği bir dönem bekliyor.
Gıdadaki bu değişimin temel itici gücü ise gıda-hastalık ilişkisine yönelik artan ilgi. Besinlerin fonksiyonel yönüne odaklanan araştırmalar, gıdalardaki fitokimyasalların koruyucu ve hastalık önleyici yönlerini vurguladıkça, tüketicilerde de fonksiyonel besinlere yönelik ciddi bir merak oluşmaya başladı. Artık, medikal gıdalara yönelik ciddi bir ilgi var. Bu nedenle gıda
Kamp ve piknik sezonu çoktan açıldı. Kırda, çayırda küçük bir ısırık sadece keyif kaçırmakla kalmaz hayati risklere de neden olabilir. Bunun için doğaya hazırlıklı çıkmak gerek.
Sadece Sivas’ta son birkaç haftada kene ısırığından 7 insanımızı kaybettik. Türkiye genelinde şimdiden 10’u aştı ölüm sayısı. Aslında hemen hemen her yıl benzer tabloyu yaşıyoruz. Yazla birlikte kene vakaları tırmanışa geçiyor ve büyük oranda ilk müdahalede yaşanan bilinçsizlik nedeniyle ölüm vakaları artıyor.
Özellikle bu dönemde kıra, ormana, bahçeye, yeşil alanlara giden hemen herkes, dönüşte kendini ve çocuklarını mutlaka kene tutunmalarına karşı kontrolden geçirmeli. Bacak bölgesi, koltuk altları, kulak arkası, sırt ve göbek bölgeleri kenelerin en çok tutunduğu yerler.
Her kene ısırığı KKKA anlamına gelmiyor. Ama Trakya’da gerçekleşen bir tez araştırması, her 2 keneden 1’inin (yüzde 51.5) Kırım Kongo virüsü taşıdığını gösteriyor. O yüzden kene vakasından 3-5 gün
Şehir yaşamından usananlar kırsala yöneliyor, ama buradaki sorunlarla da baş etmek gerekiyor. Bunu da ekolojik çiftliklerde tarım deneyimi edinmeyi sağlayan TaTuTa projesi mümkün kılıyor.
Kırsalda yaşam her geçen gün daha cazip hale geliyor. Şehirlerde artan kira fiyatları, bütçeleri zorlayan gıda harcamaları, yaşam zorlukları ve kaos ortamı, “Başka bir yaşam mümkün mü?” arayışını artırıyor. Tabii bir anda her şeyi geride bırakıp kırsalda yeni bir hayata yelken açmak, pek kolay değil. Her ne kadar fikir başlangıçta romantik gelse de, kırsalda da hayat toz pembe değil. Karşılaşılacak nice zorluk var. Ve ilk engelde pılı pırtıyı toplayıp tekrar şehre dönememek için kırsalı dönemsel ziyaretlerle deneyimlemek önemli. Neyse ki, bunu mümkün kılan birçok proje var. Onlardan biri de TaTuTa.
TaTuTa, ekolojik çiftliklerde bir süre yaşayarak tarım deneyimi edinmeyi sağlayan bir proje. Anadolu’nun dört bir yanındaki 80 kadar çiftlik TaTuTa ağına üye. Doğa dostu üretim yapılan bu çiftliklere gidenler, tohumdan hasada