Ukrayna, dünyanın İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana görmediği bir vahşete sahne oluyor. Dünya, Rusya’nın alışveriş merkezlerine, kent hastanelerine roket saldırılarına adeta eli kolu bağlı seyirci. Rusya, sistematik şekilde, Ukrayna’nın altyapısını, bağımsız bir ülke olarak Hayatını sürdürmesi için gerekli donanımı yok ediyor.
Bunların hepsi doğru. Bu arada Batı medyası, Putin’in kaç yıl ömrü kaldığı gibi magazin haberlerle uğraşıyor. Bırakın medyayı, G7 denilen, dünya ekonomisine yön veren 7 ülkenin liderleri bir araya geliyorlar ve Putin gibi yarı çıplak ata binerek dikkatleri çekip çekemeyeceklerini söyleyerek şakalaşıyorlar. Bu da doğru.
Bunların hepsi acı ama doğru ve bu doğrulardan kurtuluş yolu yok.
ABD lideri Biden ve onun güdümündeki NATO, dünya kamuoyunu Ukrayna’daki bu insanlık dramını sona erdirecek tek çare imiş gibi, İsveç ve Finlandiya’nın NATO üyeliğine öylesine kilitlediler ki Madrid Mutabakatı ile Suriye’deki müttefikleri PYD/YPG’nin terör örgütü olarak
Avrupa Birliği’nin parlamentosu sayılan, (birliğin bakanlar kurulu başkanı konumundaki Ursula von der Leyen’in altından Ankara’da sandalyesini çekmesiyle tanıdığımız) şu meşhur Charles Michel’in başkanı olduğu Avrupa Konseyi’nin hafta sonunda yayınladığı bildirisini görmüş olmalısınız. Libya’dan Mali’ye her konuda görüşünü açıklarken, neredeyse Rusya kadar uzun bir bölümün de Türkiye’ye ayrıldığı bildirideki üslubun çirkinliği üzerinde duracak değilim.
Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanı Prof. Fahrettin Altun, bu üslubun karşılığını verdi. Türkiye’ye tepeden bakılmasına, Türkiye’nin temel insan haklarını ihlalinin Avrupa için “çok ciddi kaygı konusu olduğu” ifadesine değinmekte de yarar yok. Biz ülkemizin bir hukuk devleti olduğundan emin olduğumuz ve yargı erkini bağımsız şekilde kullanan mahkemelerimizin yargıçları, kararları üzerinde bir siyasal baskı kurulduğunu haykırmadığı sürece, başkasının kaygısı bizi çok da ilgilendirmeyebilir.
Ancak Avrupa Konseyi’nin
NATO üyeliği konusunda Türkiye’nin vetosuna uğrayan İsveç ve Finlandiya’yı ayırt etmek gerekiyor. İsveç’te oynanan PKK oyununu NATO’nun gözüne sokmak için bu şart gibi görünüyor.
Batı Avrupa ülkeleri, Türkiye’nin kendi etnik siyasetini bir türlü çağdaş düzeye çıkartmamış olmasının sonucu olarak, 1980 ve 90’larda ülkemizi kısmen de olsa, haklı olarak kınıyordu. Türkiye yeni bin yıla etnik sorunlarını hal yoluna koyarak girdi.
Bu değişime biz ülke içinde tanık olduk; ama bunu dışarıya gereğince aktarabildiğimiz söylenemez.
Bir BM konferansı için ünlü fotoğrafçımız Mehmet Biber ile yaptığımız Güneydoğu Anadolu Projesi belgeseli seyahati boyunca dinlediğimiz bir Kürtçe müzik kasetini, şoförümüz “Aman üzerimde bulurlar da!” diye almaktan çekinince, dönüşte merhum Cumhurbaşkanımız Turgut Özal’a armağan etmiştik. Rahmetli, ufka bakarak, hüzünlü gözlerle “Düzelecek, düzelecek!” diyebilmişti.
Üç yıl önce, Hürriyet gazetesinin 1974 Mayıs’ında attığı “Olmaz Olsun Böyle Dostluk” başlığını hatırlatmış, gazetenin bir ay süreyle, Yunanistan’ın Ege’de dostluğa sığmayan tutum ve davranışından örnekler verdiği yayınını aktarmıştım. Her gazete makalesi gibi o yazı da bir çağrı içeriyor; Yunan dostlarımıza, 1919’da, kendi tarihlerinde “Smirna felaketi” olarak geçen günleri hatırlatma ve yeni felaketlere yol açmamaları için aklıselim yolunu gösteriyordu.
Yunanistan’ın 1919’daki “küçük Asya işgali” girişimi, şimdiki Başbakan Kiryakos Miçotakis’in büyük-büyük babası Eleftherios Venizelos’un “elden çıkan Helen topraklarına yeniden kavuşma” idealinden çıkmıştı. Dede Venizelos, “Büyük devletler artık Osmanlı’yı defterden sildi!” havasındaydı. İngiltere Başbakanı, onun koluna giriyor, “İzmir’den İstanbul ve Trabzon’a kadar Anadolu sahillerini ve adaları Yunanistan’ın almasından yanayız” diye
"Bu adaların egemenliği şartlı değil. Böyle bir şey yok. 3 milin üstündeki adalar Yunanistan’ın. Türkiye bunu yıllarca kabul etti. Bunu tehlikeye sokmak Türkiye’yi mütecaviz (saldırgan) bir devlet durumuna düşürür. Beğenelim, beğenmeyelim, Lozan bu adaları Yunanistan’a vermiştir” ifadesi üzerinde duruyorduk.
Adaların egemenliğinin üç ayrı antlaşma maddesiyle verildiğini, hukukta “emredici kural” (Jus cogens) adı verilen bu şartların ihlali halinde antlaşmanın tümüyle yok sayılmasının mümkün olduğunu aktarmıştık. Lozan ve Paris antlaşmaları adaları Yunanistan’a “silahlandırılmama şartı” ile verdiğine göre, Türkiye artık adalar üzerindeki Yunan egemenliğini uluslararası kurallara uygun olarak kaldırmak üzere harekete geçebilir.
Ayrıca, yine buradaki ihlalin yıllarca itiraz edilmemesi sebebiyle artık öne sürülemez hale geldiği, böyle bir itirazın Türkiye’yi “mütecaviz” hale düşüreceği iddiasına da değinmiş ve bunun yanlış olduğunu belirtmiştik: (a) Türkiye ilk
Emekli bir büyükelçimize atfedilen ifade bu:
“Bu adaların egemenliği şartlı değil... Böyle bir şey yok. 3 milin üstündeki adalar Yunanistan’ın. Türkiye bunu yıllarca kabul etti. Bunu tehlikeye sokmak Türkiye’yi mütecaviz (saldırgan) bir devlet durumuna düşürür. Beğenelim beğenmeyelim, Lozan bu adaları Yunanistan’a vermiştir...”
Sözlerin tam anlaşılmadığı, üzerinde Yunanca altyazı bulunan bu video ne kadar bağlamı içindedir ve ne ölçüde tamdır belli olmadığından, isim zikrederek ele almak doğru olmaz...
Anlaşılan o ki Türkiye’nin 1964’ten beri yaptığı itirazlarına konu olan ve 1974’de Ege Ordusu’nu kurarak fiili karşı önlem aldığı adaların silahlandırılması tartışması, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Yunanistan’a yönelik sert uyarısı üzerine yeniden ilgi konusu oldu. Ben bir kere daha bu konuya dönerek, yukarıdaki bu 35 kelime içinde dile getirilen üç hataya işaret etmek istiyorum:
1-) Adaların egemenliği Yunanistan’a aittir ancak bu egemenlik bir savaş
Liderlerin siyasal demeçleri, özellikle “millete hitap” gibi, belirli bir süreci izleyerek yaptıkları konuşmaları, “metin yazarı” bir ekip, ilgili bakanlıklar veya kurulların verdiği noktalar çerçevesinde hazırlanır; çeşitli aşamalarından sonra seslendirilir dünyanın her tarafında. Bizde de öyle oluyor şüphesiz. Ancak bazen liderlerin bu konuşmaları seslendirme tarzları, yaptıkları vurgular, hatta duruşları kalkışları, belirli bir cümlede kameraya, yani biz dinleyicilerin gözünün içine bakışı, o ifadeye özel bir anlam kazandırır.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın hafta başında, kabine toplantısı sonrası yaptığı konuşmada, bana göre, böyle bir özel vurgulu bölüm vardı. Gerçi konuşmanın ana konusu memurların ek göstergeleri gibi, cüzdanları doğrudan ilgilendirdiği için, haberlerde bu vurgu hemen hemen hiç dile getirilmedi ama aşağıya aldığım iki cümle konuşmayı dinlediyseniz, size de aynı “özel önem” etkisini hissettirmiş olabilir:
“İkinci Dünya Savaşı sonrasında, hiçbir zaman
Kraliçe Elizabeth’in öne çıkan özelliği, dünyanın eli en kanlı imparatorluğunu, sevimli bir olgu haline getirmesidir. Liberal Emperyalizm ideolojisi, bugün onun şirinliği, hatta zararsız saray entrikaları sayesinde, yerini bir reformizm masalına bırakmış bulunuyor.
Bir kraliçe değil de bir kral tahtta oturuyor olsaydı, belki de İngiltere 19’ncu yüzyılın büyük bir bölümüne yayılan 250 savaşla 178 ülkede 700 milyon kişiyi egemenliği altında tutmak için döktüğü kanları bu kadar kolay gizleyemezdi.
“Bu kadar kolay” ifadesinden, bu savaşların bu ülkelerdeki bu insanlar için kolay olduğu sonucu asla çıkartılmamalı. “’Şiddet” İngiliz İmparatorluğu’nu ayakta tutan ve başka imparatorlukları yok etmesini sağlayan ana unsurdu. Bugün saraylarda, katedrallerde, pembeli-eflatunlu tüller, jübilelerle, geçit törenleri ile anlatılan “uygarlık öyküsü” gerçekte milyonlarca bağımsızlık yanlısının katledildiği katliamları örtüyor. Meşruti bir monarşide, tacı kafasında