HEPİMİZİN böyle dostları, böyle arkadaşları ve kendimizin böyle halleri olmuştur.
Yılgınlık, bıkkınlık, teslimiyet...
“Yeter yahu, bıktım artık, hangi taşı kaldırmaya kalksam altında ben kalıyorum. Aynı kafadaki, aynı düşüncedeki arkadaşlarla birlikte bir iş yapalım, diyorsun, herkes işin bir ucundan tutacak, görevini sorumlulukla yapacak...
Bekle, daha çok beklersin.”
* * *
DEVAM eder veya devam edersiniz:
“Kaytaran kaytarana, kimi utanmaz, kimi arlanmaz, akıl almaz mazeretler uydururlar. Bütün iş sorumluluk duygusu taşıyan birkaç kişinin üzerine kalır...”
Daha da beteri vardır, daha da beteri:
“Diyelim, o birkaç sorumlu sayesinde iş tutar; o kaytaranlar, o kıvıranlar, o kaçanlar hemen hisselerini ister, bizim de payımız var, diyerek. Eğer iş tutmadıysa, kabak kimin başında patlar? Sorumluluk duygusuyla çırpınan, yırtınanlardan hesap sorulur!”
* * *
EEEE, peki ne yapmalı, dersiniz.
O kadar yılgın, o kadar bıkkındır ki, siz de aynen öylesinizdir:
“Bir daha mı, bu yükün altına girmeyeceksin... Neme lazım deyip çekileceksin! Dünyayı düzeltmek sana mı kaldı?”
* * *
DOĞRU, size bize kalmadı mı ama, bizi zorla o yükün altına sokup, makinenin başına geçirip, “Hadi dayan, senin işin bu!” demeleri yok mu?
* * *
DEMOKRASİNİN temeli oy değil midir?
Oy namustur, oy kutsaldır, oy satılmaz, demezler mi?
Herkes hiçbir etki altında kalmadan oyunu vicdanının gösterdiği sandığa atacak değil mi?
Yüksek Seçim Kurulu günlerdir bağırıyor, bırakın bağırmayı emrediyor, seçim öncesi seçmene çamaşır makinesi, buzdolabı dağıtmayın!
Dinleyen var mı?
Diyorlar ki bunları biz vermiyoruz ki!
Ya kim veriyor?
Devlet veriyor, vakıflar veriyor.
Peki, devlet bunları verirken, vatandaşa bunlar sana AKP’den, hem CHP’den, hem MHP’den, hem DSP’den geliyor diyor mu?
Demesine ne gerek var, her şey o kadar belli ki!
* * *
PEKİ vatandaşı muhtaç hale getirdikten sonra kömür, makarna, çamaşır makinesi, buzdolabı göndererek ondan “oy” istemiyorlar mı?
Onlar da, bir torba kömüre, iki paket makarnaya, bir buzdolabına oylarını vermesinler, diyebilir misiniz?
Aslında demek gerek ya!
Ama insanları bir torba kömüre, iki paket makarnaya muhtaç ettikten sonra...
Zaten kökünde “kapıkulluğu” olan ve “sadaka kültürü”yle yetişen insanlara neyi anlatabilirsiniz ki!
* * *
NÂZIM Hikmet der ki:
“Dünyanın en tuhaf mahlukusun yani/hani şu derya içre olup/deryayı bilmeyen balıktan tuhaf/Ve bu dünyada bu zulüm/senin sayende/Ve açsak, yorgunsak, alkan içindeysek eğer/ve hâlâ şarabımızı vermek için üzüm gibi eziliyorsak/kabahat senin/demeye dilim varmıyor ama/kabahatin çoğu senin canım kardeşim.”
Eğer kabahatli de kabahatini bilecek sanıyorsanız.
Bravo size!