Hurşit Güneş

Hurşit Güneş

hgunes@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları
Haberin Devamı


Bir süredir ekonomide reel sektör tartışmaları hararetlenmiş bulunuyor. Finansal krizler sonrası reel sektörün çöktüğü bilinen bir gerçek. Eğer mali kesim kredi veremeyecek duruma düşerse, reel sektör de bir süre sonra çuvallıyor. Ancak krizlerin reel sektör üzerindeki olumsuz etkileri yalnızca kredi olanaklarının kurumasından kaynaklanmıyor. Talebin düşmesi satışları sınırlarken, artan maliyetler fiyatlara yansıyınca firmalar daha zor duruma düşüyor. Karlılık düşünce özkaynaklar eriyor. Ve nihayet mevcut döviz kredileri devalüasyonla büsbütün ödenemeyecek duruma gelebiliyor.

IMF politikalarının genellikle reel sektörle ilgilenmediği biliniyor. Çünkü aslında IMF yalnızca ödemeler dengesi sorunlarını aşmak için kurulmuş bir kurum. Ancak IMF’ye eleştiriler de işte buradan, misyonunu sınırlı görmesinden kaynaklanıyor. Dünya Bankası eski Başkan Yardımcısı (ve çiçeği burnunda Nobel ödülü sahibi) Joseph Stiglitz’in eleştirisi de buydu. Önceki gün Milliyet’te Derya Sazak’ın sohbetinde değerli iktisatçı Profesör Ziya Öniş’in de yansıttığı bu; IMF politikalarının reel sektör ve gelir dağılımı kaygısının olmaması.
Türkiye örneğine gelince işler biraz farklılaşıyor IMF’nin Türkiye angajmanı, Batı’nın bölgede ciddi bir uç müttefik arayışından kaynaklanıyor. 1998’de Rusya’ya verilen IMF desteği elbette çok büyüktü. Ama ödemeler dengesi sorunları bulunmamasına rağmen, Türkiye’ye verilen kredinin milli gelire oranı bunun nasıl bir angajman olduğunu gösteriyor. Eğer bu yıl 10 milyar dolara yakın bir destek elde edilirse, geçen yılla beraber bu milli gelirin yüzde yirmisine yaklaşmaktadır.
Bu angajman Türkiye’ye ciddi bir restorasyonu da zorunlu kılıyor. Programın başlangıcında IMF’nin zorla Meclis’ten geçirttiği yasaların ardından şimdi de kamu harcamalarında ciddi kesintiler amaçlanıyor. Tabii bu çok kolay olmuyor. Daha önemlisi Dünya Bankası’nın reel sektör üzerindeki hasarın giderilmesinde ele alınacak önlemleri Ankara’daki ekonomi yönetimiyle beraber tasarlıyor. Demek ki, Stiglitz’in eleştirileri ya Ankara’da ekonomi yönetiminin kulağına küpe olmuş, ya da Dünya Bankası bu konuda IMF’yi artık epeyce ikna etmiş gözüküyor. Yahut da IMF Türkiye’de birçok ülkede davrandığı gibi duyarsız kalmak istemiyor.

Dünya Bankası bir yana, aylardır gerek reel sektör, gerekse bankalar Ankara’da kamp kurmuş "yardım" diye haykırıyorlardı. Ankara da, bu sese yanıt verebilmek için çözümleri enine boyuna tartıştı. Ve önceki gün Bakan Derviş televizyon kanallarında yakında somut bir çözüm kümesi ortaya çıkacağını müjdeledi. Bunlardan ilki Londra Yaklaşımı. Bizimkiler buna alaturka bir isim takmak için "İstanbul Yaklaşımı" diyorlar. Demesi kolay. Ama Washington’da da onay gördüğünü belirtmekte yarar var.
Aslında bu uygulama ülkemizde yeni değil. Birden çok bankaya borçlu olan şirketler için zaman zaman bankalar zaten bunu uyguluyor. İlke şu: "Ayrı ayrı çullanıp batırmayalım, beraber hareket edelim. Gerekirse bu yolla kredilerinin tümünü birlikte değerlendirelim, şirkete işlerlik kazandıralım." Başarılı olabilir mi? Elbette ama nasıl uygulandığına bağlı. (Gelecek yazımızda bunu değerlendireceğiz)