Şükrü Elekdağ
DÜNYADA uygar ve demokratik olarak nitelenebilecek tüm ülkelerde hükümetlerin en önemli sorumluluk ve görevi milli güvenlik siyasetini oluşturmak ve bunun uygulanmasını denetlemektir.
Bu amaçla hazırlanan milli güvenlik siyaseti belgesinin başta gelen özelliği, dış ve iç tehdidi değerlendirerek bu alandaki öncelikleri saptaması ve bunlar ışığında ülkenin bağımsızlığı, toprak bütünlüğü ve uluslararası alandaki çıkarlarının savunulması ile toplum huzur ve güvenliğinin korunması amacıyla alınması zorunlu önlemleri öngörmesidir.
Milli güvenlik siyasetinin uygulanmasında en önemli yükümlülük, ülkenin Genelkurmay Başkanlığı ile Dışişleri Bakanlığı'na düşer.
Genelkurmay Başkanlığı, milli güvenlik siyaseti belgesinin ışığında,
milli askeri strateji konseptini hazırlar ve bunun icaplarına göre de
kuvvet yapısını düzenler.
Hatalı bir milli güvenlik siyaseti, yanlış ilaç gibidir. Öldürür.
Tarih, milli güvenlik siyasetleri ile askeri stratejileri arasında uyumsuzluk olan devletlerin çoğu zaman felaketle karşılaştıklarını gösterir. Dış tehdit odaklarının yanlış teşhisinin de aynı riskleri taşıdığı kuşkusuzdur.
Böyle bir yanlışlığın çarpıcı örneği, Refahyol hükümetinin, PKK lider kadrosunu barındıran ve bölücü teröre her türlü desteği vererek ülkemizi bölmeye çalışan Suriye ve Türkiye'ye rejim ihracı için terörü
araç olarak kullanan İran ile, dostça ilişkiler sürdürmek hususundaki ısrarında görülmüştür.
Bu bakımdan, Genelkurmay Başkanlığı'nın, 29 Nisan'da verdiği brifinginde Milli Askeri Stratejik Konsept (MASK) çerçevesinde bu iki ülkenin öncelikli tehdit kaynakları olarak değerlendirildiğini gerekçeleriyle açıklaması isabetli olmuştur.
Ayrıca, Suriye ile İran'a, sivil otorite tarafından çoktan yapılmış olması gereken sert uyarının Genelkurmay tarafından şu şekilde açıklanması anlamlıdır:
"Bölge ülkelerinin teröre verdiği desteğin kesilmesi için siyasi gücün, gerekirse ekonomik gücün ve hatta gerekirse askeri gücün kullanılması gündeme gelebilir."
Bu ifadeler, anılan ülkelere karşı Türkiye tarafından sürdürülen çok pasif ve duyarsız politikanın, bundan böyle etkin ve caydırıcı bir nitelik kazanacağının habercisi gibi görünüyor.
"İç tehdidin, dış tehdidin önüne geçtiği" yolundaki askeri değerlendirmenin gerçek durumu yansıttığı hususunda ciddi kuşkularımız var.
Zira, Türkiye, terörle irticaın Suriye ile İran'dan kaynaklandığını ilan ettiğine göre, her egemen ve onurlu
devlet gibi meşru savunma hakkı uyarınca bu ülkelere karşı caydırıcı önlemler alma hakkını kullanabilir.
Bu durumda da, bir krizin tırmanma yoluyla topyekün bir savaşa dönüşebilmesi ihtimal dışı addedilemez... Esasen, Genelkurmay da bu bağlamda "askeri gücün gündeme gelebileceğinden" söz ediyor...
Her ne kadar, İsrail'le temelleri atılan stratejik işbirliği, bölgedeki askeri dengeler açısından Türkiye lehine bir gelişmeye yol açmışsa da, karşımızdaki devletlerin yabana atılmayacak askeri güce sahip oldukları unutulmamalıdır. Ayrıca, Türkiye'nin Doğu'da bir askeri çatışmaya sürüklenmesinin, Ege'de oldubittiler için fırsat kollayanların iştahlarını kabartacağı da bir gerçektir.
Bu nedenlerle, biz, iç tehdidin dış tehdidin önüne geçtiği yolundaki değerlendirmenin, daha ziyade Türkiye'nin iç siyasi gündemini oluşturmak amacına yönelik olduğu görüşündeyiz.
Türk kamuoyunun irtica ve terör konusuna bakış açısını da bu bağlamda değerlendirmekte yarar var.
PİAR - GALLUP tarafından geçen hafta yapılan bir kamuoyu araştırması, halkımızın Türkiye'nin karşı karşıya bulunduğu sorunları öncelik açısından şöyle sıraladığını ortaya koymuştur: Enflasyon - hayat pahalılığı (% 24.8), dengesiz gelir dağılımı - işsizlik (% 12.6), PKK terörü (% 9.6), irtica ve laikliğin tehdit altında olması (% 9.4), anarşi ve terör (% 8.5), siyasi istikrarsızlık (% 6.7), Güneydoğu sorunu (% 5.6).
İrtica ile terörün; fakirliğin, işsizliğin, umutsuzluğun ve ülkeyi yönetenlere karşı güvensizliğin hüküm sürdüğü bir ortamda kolay yeşerip büyüdüğü bir gerçek olduğuna göre, halkımızın ekonomik ve sosyal sorunların çözümüne öncelik vermesindeki haklılık yadsınamaz.