İlber Ortaylı

İlber Ortaylı

Tüm Yazıları
Haberin Devamı

Ara sıra tekrarlarım, 1970’li yıllarda Viyana Üniversitesi’ndeki bir seçim olayı; müsaadenizle tam tarihi ve bulunduğum enstitünün adını vermeyeyim. İki hocamdan birinin odasındayım. Daha evvel odasında bulunduğum ünlü hocaya üniversiteden gelen meslektaşlar; “Sayın meslektaşımız, rektörlük sırası artık size geliyor, himmet buyursanız da...” demeye getirmişler.
Bizimkinde cevap gayet sert, yan taraftaki kürsü başkanını kastederek “Bu önümdeki dünya kadar işi kim yapacak? Şu herife gitsenize, hiçbir şey yaptığı yok, zaten yapacak kafa da yok” demiş.
Lafı ve kendisini bekleyen yükü o hocaya taşımışlar. Kibar bir adamdı ama odaya dehşetle, süratle daldığını gördüm. Bizimkine “Beleşçi herif, sen kendini ne zannediyorsun?” diye bağırmaya başladı. Öbürü de ona gürledi. Galiba “Rektör ben olmayacağım sen ol” kavgası sonunda tatlıya bağlandı ve bizimki nöbeti atlattı. Berlin’de dekanlık sırasını önündekine yüklediği için zıplayarak oynayanı hatırlarım.
Belki bu kadarı sorumluluk yüklenmeme ve fildişi kulesinde bilim yapma ifradı olabilir. Lakin bizdeki gibi rektörlüğü hırs, ideoloji ve iktidar savaşına çevirmek hiç de yakışık alır bir durum değildir. Taşra üniversiteleri maalesef daha kurulurken kutuplaşma ve gruplaşma merkezleri olarak ortaya çıkıyor ve oralardaki havadan dolayı yapılan seçimlerin de bir değeri kalmıyor.
YÖK ve son safhada yapılan değiştirmeler işi çığrından çıkardı. Galiba küçük taşra üniversitelerine doğrudan tayin yapılması en iyi çare; aslında demin yukarıda örneğini verdiğim ilgisizlik hoş bir tutum değil. Açıkçası rektör seçimi işini en iyi yapanlar Anglo-Amerikan ve İsrail üniversiteleridir. Ama ben İsrail’de bir üniversite başkanının dahi öğretim üyelerine karşı nasıl saygısızca davrandığını gördüm. Eşitler arasında birincilik rolünü hasbice yerine getirmek, sadece manastır azizlerine ve tekke dervişlerine mahsus gibi görünüyor. 

İsabetli bir seçim
Seçimlerden evvel bir şey yazmadım ama doğrusu hayatımı geçirdiğim yer, Ankara Üniversitesi’dir. Ankara Üniversitesi bizim bildiğimiz bir üniversiteye benzemez çünkü onun kuruluş tarihi 1940’tır. Ama üniversiteyi oluşturan ana birimlerden Dil-Tarih ve Coğrafya Fakültesi 1936 yılında kurulmuştur; yine aynı yıl Ankara’ya taşınan Sultan Abdülmecid döneminden kalma Mülkiye Mektebi 1950’lilerin başında Siyasal Bilgiler Okulu’yken fakülte olarak bu bünyeye katılmıştır. İsabetli bir katılım kararı olduğu kanısında değilim.
Üniversitenin önemli bir uzvu Hukuk Fakültesi 1925’te kurulmuştur. Ziraat ve Veteriner fakülteleri ise 1930’ların başında kurulan Yüksek Ziraat Enstitüsü’nün çocuklarıdır. O enstitü bir rektörlüktü. Ayrı bir üniversite olarak devam etmesi gerekirken, Ankara Üniversitesi’nin içinde eritilmeye çalışılmıştır. Bulgaristan’daki bağımsız ve başarılı ziraat akademilerine bakılırsa belki bu da tartışılabilir.
Bizim Ankara Üniversitesi’nde rektör seçimi yoktu. Alfabe sırasına göre fakülteler birbirini izler ve dekanları rektör olurdu. Bu sistemin altüst edilmesiyle bir rektör seçimi furyası başladı. Bu sistem işlemez, zira Ankara Üniversitesi’nin birimleri ve bölümleri birbirini tanımaz. Şu son seçimde de altısı Tıp Fakültesi’nden olmak üzere sekiz aday yarıştı. Görülen o ki; üst üste Tıp Fakültesi’nden gelen rektörler dönemi sona ermiştir.
372 oyla Prof. Dr. Cemal Taluğ rektör seçiliyor; daha evvel rektör yardımcılığı yapmıştı. Doğrusu Atatürk Lisesi’nden beri tanıdığım bu meslektaşımın hem mesafeli siyasal tutumu, nezaketi ve bu üniversitenin yönetimine olan vukfu dolayısıyla yerinde bir seçimi temsil ettiğini düşünüyorum. Ümit ederim ki Ankara Üniversitesi’nin bu isabetli seçimine YÖK ve Cumhurbaşkanlığı makamı da gereken saygıyı gösterecektir.
Maalesef cumhuriyet döneminin en kuvvetli kadrolarını yetiştiren ve birçok üniversitenin kurucusu sayılan Ankara Üniversitesi, son 20 yıldır maliyenin ihaneti, öğretim üyesi arkadaşların kendiliğinden fakülte kontenjanlarını artırmalarıyla büyük problemler içine düştü.
Aslında Ankara Tıp Fakülteleri bu memleketteki tıbbın seviyesini yükseltmiştir. ODTÜ gibi bir kuruma çok şey borçluyuz. Nitekim Boğaziçi’ne seçilen rektör de Ortadoğu mezunudur. İş hayatımızda en çok güvenilen yöneticiler Ortadoğu mezunudur. Kaç gazetenin genel yayın müdürü ve güçlü yazarı Ankara üniversitelerindendir. Bilkent’in mezunları sadece iş hayatımızı değil, Dışişleri Bakanlığı’nı da doldurmaya başladı. Bu üniversitenin Hukuk Fakültesi de ümit vericidir. Ankara’daki üniversite mensuplarının tercihlerine saygı duymalıyız ve onlara müdahale edilmemesi gerekir. 

Türkiye müzelerine giriş

Tercihlere saygı duyalım


TURSAB Başkanı Başaran Ulusoy (solda) ile Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay kendilerine Müzekart çıkardılar.
Türkiye’de halka açık müze, 1894’te bugünkü Arkeoloji Müzesi’nin Müzehane-i Hümayun adıyla inşaatının bitip açılmasıyla mümkün olmuştur. Bugün İstanbul Arkeoloji Müzeleri, II. Meşrutiyet yıllarında buna ilave olarak avlunun girişinde inşa edilen Eski Şark Eserleri Müzesi’ni de ihtiva ediyor.
Sonuncusunda 10 bini aşkın çivi yazılı tablet, Asur Kalde ve bilhassa Güneydoğu Anadolu’dan getirilme geç Hitit eserleri bulunur. Hiç şüphe yok ki bu avlunun en eski eseri İstanbul’un fethinden hemen sonra Fatih Sultan Mehmed’in yaptırdığı ve bugün çini eserler için teşhir yeri vazifesi gören Çinili Köşk’tür.
Arkeoloji Müzesi 1840’lardan itibaren Aya İrini Kilisesi’nin içinde teşekkül etmeye başlamıştır. Bu tarihte Topkapı Sarayı da hemen hemen terk edilmekteydi. Ama 1924’te resmen müze olana kadar içinde teşhir vitrinleri de olmasına rağmen ancak padişah iradesiyle gezilebilmiştir.
Ankara’da kurulan Hitit Arkeoloji Müzesi ve Etnografya Müzesi gibi merkezlerden evvel halılarımızın, ahşap eserlerimizin çalınması üzerine Arkeoloji Müzesi’nden Halil Ethem Bey, Süleymaniye Külliyesi’nde Evkaf-ı İslamiyye Müzesi’ni kurmuştu. Türk-İslam Eserleri Müzesi adını alan bu kurumdaki uzmanların esas itibarıyla halıları tanıması gerekir ve en ünlü müdürlerinden birisi Nazan Ölçer’dir. Müze onun zamanında bugünkü yerine, yani İbrahim Paşa Sarayı’na taşındı.
Hiç şüphesiz sayısı 300’ü geçen, Kültür Bakanlığı’na bağlı müzelerin büyük çoğunluğu müşterisizdir. Yani hemen hemen hiç ziyaret edilmezler. Buna karşılık bizim Topkapı Sarayı Müzesi ve Göreme Müzesi gibi hücuma uğrayanlar da vardır.
Farklı giriş ücretleri ecnebilerin lehinedir; maalesef birçok Ortadoğu ve Balkan ülkesi, hatta Rusya’daki gibi farklı tarifeler uygulamak zorundayız. Gerçi öğrenci grupları ücretsiz giriyor, yaşlılara da aynı rejim uygulanıyor ama müze girişleri bizim halkımız için yüksektir; genelde bir düzenleme yapmak lazımdır.
Kültür Bakanlığı’nın bulduğu çare yıllık abonman kartıdır. Bu hafta yapılan bir törenle bu kart tanıtıldı. 20 YTL ödeyerek Müzekart’ı alanlar bir yıl süreyle bütün müzelerimize girebilecekler. Umarız bu kart yüksek miktarda satılır ve proje o zaman mükemmel biçimde gerçekleşir.