“Türkiye’de Ağır Müziğin Geçmişi” adlı arşiv çalışmasını heyecanla ve keyifle sonunda okudum. Adnan Alper Demirci’nin insana yer yer akıl tutulması yaşatan bir detaycılıkla mümkün olduğu kadar yorumsuz ve tarafsız bir gözle aktardığı rock ile metal tarihimizi anlatan bu kitabın sayfalarını, müzikle ilgilenenler dışında yakın tarihe meraklı olanlar da mutlaka karıştırmalı.
1980’lerden 2000’lere ve oradan da günümüze gelen bir gençlik; müzik, alternatif kültür gözlemciliği için sonsuz malzeme var bu kitapta. Konser salonlarının durumundan enstrümanların, amfilerin, konser ses sistemlerinin tedariğindeki imkânsızlıklara kadar pek çok konuda nereden nereye dedirten bir çalışma.
1990’ların ilk yarısını müzisyen, diğer yarısını da dergici / gazeteci olarak geçirdim. Anlatılan mekânlar, olaylar, bu olaylarda yer alan kişiler, özetle bu dünya, benim bir parçasını iyi bildiğim, bir anlamda içinden geldiğim bir dünya. Heavy metal dinleme alışkanlığım 20’li yaşlarımın
Victoria & Albert Müzesi’nde açılan “DIVA” sergisi, tarihten günümüze başarılı kadın imajına, kıyafetlerle verilen mesajlar üzerinden bakıyor.
Göz alıcı ve başarılı kadın karakter. Diva’nın sözlükteki tanımı bu. Göz alıcı ve başarılı kadın karakterler ne giyerler? Ne giydiler? Bu giydikleri onların personalarını nasıl besledi? Giysiler bize onlar ve dönemlerinin ruhuna dair ne anlatıyor?
İşte Victoria & Albert Müzesi’nin yeni sergisi “DIVA”nın meselesi bu ve bunun gibi başlıklar.
60 kıyafet ve 250 kadar da nesneye ev sahipliği yapıyor sergi. Tarihte kitlelerin gözünü kamaştıran, başarılarıyla isimlerinden söz ettiren kadınların izini sürüyor ve bunu yaparken de elbette popüler kültürü temize çekiyor.
Yaklaşık 150 yıl önce Sarah Bernardt gibi öncü isimlerden başlayan başarılı kadın tarih çizelgesi, Josephine Baker, Judy Garland, Bette Davis, Marilyn Monroe’dan Maria Callas’a farklı yollar izliyor. DIVA’ların kıyafetlerinin görkemi, erkek egemen dünyada kendilerine bir
Geçen hafta Londra’nın Hint asıllı Müslüman Belediye Başkanı Sadiq Kahn çok faaldi. Öncelikle Kurban Bayramı dolayısıyla bazı etkinliklere katıldı. Yayımladığı, “Selamünaleyküm” diyerek başladığı bayram mesajında Londra ve tüm dünyadaki Müslümanların Kurban Bayramı’nı kutladı. Müslüman ailelerin bu güzel günde bir araya gelerek zaman geçirdiğini, hasret giderdiklerini anlattı. Londra’da geçim sıkıntısı çeken ailelere yardım ve destek çağrısı yaptı. Konuşmasında, kurban kesmekten ziyade, fedakârlığın (“sacrifice” İngilizcede kurban kesmek yanında, fedakârlıkta bulunmak, kendini başkalarının yararına feda etmek gibi anlamlara da geliyor) anlamından iki cümleyle söz etti. Yani fedakârlık yapın, geçim derdi yaşayanlara destek olun, dedi.
Bayram süresince Londra aynı zamanda Pride/Gurur kutlamalarına ve gösterilerine sahne oldu. Şehrin her yerinde gökkuşağı renkleri hâkimdi. Yeni açılan Elizabeth metro hattında trenler, şehrin muhtelif hatlarında çalışan belediye
Her hafta cuma günü yeni çıkan şarkıları incelemek mesleki gereklilik dışında bende hobi hâlini de aldı. Memlekette neler oluyor, sektör hangi türleri, sanatçıları öne çıkarıyor, kim bu sistemde yer buluyor ve pohpohlanıyor, kim geri planda kalıyor ya da hiç görünmüyor ona bakıyorum biraz da. Bu listelere bakarak label’lar ve stream servisleri arasındaki ilişkileri de üç aşağı beş yukarı sökebilirsiniz.
Hip hop’ın ‘tü kaka’ olduğu zamanlar geride kaldı. Çok çekti rap’çiler ana akımdan ama şimdi iş değişti. Yeni müzik listelerinin neredeyse yarısı Türkçe rap. Ana akım hiç bu kadar rap, rap de hiç bu kadar ana akım olmamıştı.
Ama popülerlik içeriği zayıflattı. Sokağı anlatanlar şimdi partileri, lüksü anlatmaya başladı. Balenciaga, Ferrari şu bu... Kaç rap şarkısının adı lüks araba markası, kaç rap şarkısının adı lüks argosu ya da doğrudan marka bir bakın, zaten manzarayı anlarsınız. Lirikler bitik. Ezbere drill beat’leri her yerde. Beat demişken New
80’lerde, düşük bütçeli bir bilimkurgu dizisindeyim sanki. Bir uzay gemisinin kokpiti. Sisli dumanlı bir ortam. Komutan Zorg az sonra dünyayı yok edecek düğmeye basacak.
Ya da onun gibi bir mizansen. Parlak plastik dekorun sağından solundan yansıyan ışıklar dumanı delmeye çalıştıkça ortaya çıkan gölge oyunundaki şekilleri bir şeylere benzetmeye çalışıyorum. Neon renkler ne kadar da nostaljik ne kadar da retro-futuristik. Ve işte lazer de geldi. Lazer kadar 80’lere ait başka bir şey var mı?
M83, saat tam 21:00’de, kurulmuş bir saat gibi dakik sahneye çıktı. Uzun uzun, hiç acele etmeden, dakikliğin getirdiği kesinlik içinde intro’larını yaptılar. Aynı yeni çıkan “Fantasy” albümünün açılışındaki gibi. Gibisi fazla açılış işte bu zaten. Öyle ya da böyle, bu müziğin ve ışıkların insanı kendine çeken bilinçli ve hesaplı, kurgusal bir mükemmelliyetsizliği, bir yapaylığı var. Başka bir boyut.
“Sahnede olan, mükemmel olmak zorunda değil ki” diyerek bir yudum aldım elimdeki
“Blackbox Life Recorder 21f,” Aphex Twin’in son beş yıldır yayınladığı ilk yeni parça. 4 dakika 26 saniyelik elektronik müzik nehri, aslında elemanın eski zamanlarına ait bir yeni bulunmuş kayıt gibi duruyor. “Richard D. James Album” zamanlarında kaydedilen ama gün ışığına çıkmamış bir kayıt ya da 1992 tarihli “Selected Ambient Works”e ait bir deneme. Belki de 2001’deki “Druqs”tan bir pasaj.
Nasıl oluyor da 2023’te yayınlanan ve harika tınlayan bir elektronik müzik parçasının aynı sanatçının 1992’deki, 1996’daki ya da 2001’deki bir çalışması da olabileceği akla gelebiliyor? Aphex Twin’in büyüsü bu. Zamandan, trendlerden, olaylardan, akımlardan bağımsız, zamanı kendi boyutunda kendine göre dilediği gibi akıtan ve yaşayan, çevirip büken, yeniden yaratan ve hiç ama hiç sıkıcı olmayan, her zaman ne yapacağını merak ettiğimiz isimler gibi Aphex Twin.
İngiltere’nin epik kırsalı Cornwall’da kendi hâlinde yaşayan ve devamlı müzik yapan deha, geçen hafta Barselona’daki
İngiltere yaz boyu bir festivaller ülkesi haline geliyor. Neredeyse her hafta sonu İngiltere’nin her yerinde ve her hafta sonu onlarca festival var. Başka hiçbir ülkede bu kadar çok ve çeşitli festival yoktur. Yeşil alanı bulan İngiliz, tezgâhları, sahneyi kurar, eline pint’ını alır ve festival başlar. Bu hafta mesela Glastonbury haftası. Worthy Farm çiftliğinde 100 bin kadar insan kendilerine geçici bir müzik cumhuriyeti oluşturmuş durumda. Öyle ki resmi olarak tanınıyor bu cumhuriyet. Britanya’nın resmi televizyonu BBC ana haberde hava durumunu verip sonunda Glastonbury raporunu ayrıntılı anlatıyor. Ne de olsa ülkede her evden bir tanıdık şu anda Glasntonbury’de yılın canlı müzik olayını takipte.
Festivalcilik bir tür modern zaman âdeti değil bir Ortaçağ köylü geleneği aslında burada. Ya da sanayi devrimiyle birlikte gelen ve çalışmaktan neredeyse ruhunu teslim eden işçi sınıfının bir tür emniyet subapı. Her şey bir yana, festivalcilik ciddi bir iş kolu ve ekmek kapısı. Hem ışıkçısı, sesçisi, nakliyecisi, yani
Dün Cem Erciyes, kısadalga.net’de muhalif televizyon kanallarında kültür sanata ayırılan yayın saatinin azlığından bahseden bir yazı yazdı:
“Haber kanalı sayısı on yıl öncesine göre kat kat daha fazla ama kültür sanat haberleri yok seviyesinde… Muhalif kanalların çoğunda tek bir kültür sanat programı yok. Ne büyük konserler, ne önemli sergiler, oyunlar onların ilgisini çekiyor. Hatta ünlü yazarlar bile ekranda görünmüyor.”
Konu sadece televizyonlar da değil aslında. Kültür sanatın ülkenin mevcut gündeminde artık ikinci, hatta üçüncü derece bir gereklilik, belki de tamamen fuzuli bir alan olduğu algısı en azından son beş yıldır, hepimizin kabullendiği ve içten içe hak verdiği bir gerçeğe dönüştü. Asıl sorun bu.
Dolar almış başını gitmiş, ne tiyatrosu? Bu pahalılıkta konsere mi gidilir? Millet aç burada kitap mı tanıtalım diye diye işte kültür sanatı da gizlice yenen pahalı bir yemek, herkesten saklanan lüks ve pahalı bir oyuncak gibi suçlulukla takibe