Ülkemizin en nitelikli, en uzun ömürlü dergilerinden olan “Milliyet Sanat” 50. yaşını geride bıraktı. 1972 yılında Abdi İpekçi’nin gazeteye ek olarak düşündüğü dergi, okurların da ilgisiyle uzun ömürlü oldu, sonradan bağımsız bir yayına dönüşerek onurla, zarafetle, kaliteyle bugünlere ulaştı. Uzun süre Akal Atilla ve Zeynep Oral’ın yönetiminde çıkan derginin son yayın yönetmeni ise değerli gazeteci Filiz Aygündüz idi.
Milliyet Sanat, Türkiye’nin sanat birikiminin 50 yıllık aynası idi. Arşivlerde kalmasına gönül razı olmadı. Yönetimin kararıyla 50 yıllık miras büyük boyutlu fevkalade şık bir kitapta toplandı. Derginin 20 yıllık sanat danışmanı Evrim Altuğ aylarca uğraşarak yıllar içinde dergide yayımlanmış önemli sanat olaylarını, röportajları, yazıları öze indirgeyerek “Türkiye’nin Sanat Hafızası” adlı 420 sayfalık bu kitabı meydana çıkardı.
Kitapta 10 yıllık dilimler halinde derlenen sayısız yazı arasında ünlü Ermeni besteci Aram Haçaturyan ile
Her yıl 9 Mayıs’ta Avrupa Günü kutlanır. 9 Mayıs 1950, Avrupa Birliği’ne yönelik ilk imzaların atıldığı gündür.
Türkiye Avrupa’nın neresindedir? Nerede olmalıdır?
Bakın Gazi Mustafa Kemal, Cumhuriyet’in ilanından birkaç hafta önce Fransız gazeteci Pernot’ya aynen ne diyor:
“Memleketler muhteliftir ama medeniyet birdir. Bir milletin ilerlemesi için bu tek biricik medeniyete katılması gerekir.
Siyasetimiz, ananelerimiz, menfaatlerimiz bizi Batı’ya yönelmiş bir Türkiye istemeye yönlendirmektedir.
Türklerin asırlardan beri takip ettiği hareket devamlı bu istikameti korudu. Biz daima Doğu’dan Batı’ya doğru yürüdük.”
Bu yürüyüş 60’larda Türkiye’nin AB’ye ortak üyeliğiyle devam etti. Ne var ki gelinen noktada üyelik artık hayal bile değildir. İlişkilerde bir uçurum açılmasına rağmen Avrupa Türkiye’den istediğini alıyor. Gümrük Birliği antlaşmasını kendi çıkarına işletiyor, 6 milyon sığınmacıyı depoluyor, Türk vatandaşına akıl almaz vize zorlukları
Her zaman alışveriş ettiğimiz marketten köftelik kıyma almaya kalkıştık. Kilosu 360 lira olmuş. Migros fiyatına baktık, kilosu 250 lira. Et ve Süt Kurumu’nda sabah erkenden kuyruğa girebilirseniz 200 liraya 1 kilo temin edebiliyorsunuz. Rahmetli Güngör Uras yıllar önce ABD dönüşü: “Fiyatlar New York” diye bir yazı yazmıştı. Artık New York’u da geçtik.
Bir zamanlar Et ve Balık Kurumu vardı. 1952 yılında kurulmuştu. Fakirliğin ve ağır kışların hüküm sürdüğü Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da hayvan yetiştiricileri için kooperatif görevi görürdü. Sağladığı destek yemdi, avanstı, alım garantisiydi. Zorunlu hallerde toplu kesim ve stoklamaydı.
2000 yılında krizden çıkış için şart koşulan “Yakın izleme programı”nın dört ön şartından biri EBK’nın özelleştirilmesiydi.
O süreçte EBK’nın tesisleri yok pahasına hurdacılara satıldı. Deneyimli kadroları dağıtıldı. Üreticiler köyden şehre göçtü. Arsalarına marketler, siteler yapıldı.
EBK’nın yok edilmesinin yanlışlığı
Ermeni soykırımı iddiaları hakkında E. Büyükelçi Ümit Pamir 2013 yılında yapılmış bir röportajda diyor ki:
“Dışişleri Bakanlığı’na 1965’te girdiğimde, hatta 1970’lere kadar sayı 500 bin civarındaydı.
Rakamlar giderek arttı; 800 bin, 900 bin, şimdi 1.5 milyona kadar çıktı.
Kaldı ki Türkler ‘soykırım’ suçunu işlemişlerdir derken dikkat edilirse bunu belirli bir idareye değil bir ulusa yüklemeye kalkıyorlar. Srebrenitsa’da ve Ruanda’da idareler söz konusu fakat burada tüm bir ulus ‘soykırım’ la itham ediliyor.”
Büyükelçiye ek... İkinci Savaş’ta 6 milyon Yahudi’nin yok edilmesi de Almanya’ya değil Nazi Partisi’ne bağlanmaktadır.
Üstelik 1915 dramında “soykırımı” belgeleyecek unsurlar bulunmamaktadır. Bilindiği gibi, 1948 Sözleşmesi soykırım için “yetkili bir mahkemenin” vereceği kararı ve “bir yok etme niyetini” öngörür.
1915’te trajik olaylar cereyan etmiştir. Acı olaylardır. İnsanlık bu acıyı paylaşmalıdır. Ancak sürdürülen kampanya
Avukat Sibel Dursun’un seçmen analizi ilginç göründü bize:
“Bizim ülke seçmeni, ister muhalif, ister iktidar kanadından olsun, kendisinin önce ve önde gelen kimliğinin bu ülke vatandaşlığı olduğunu unutmuş, futbol taraftarı gibiler; olgulara ve olaylara sadece kendi tuttukları parti ya da tarafın gözüyle bakıyor, empati yapamıyor, karşı tarafı akılsız sanıyorlar. Algılayamadığını anlayamıyor, anlamlandıramıyor ya da yanlış anlamlandırıyor, anlayamadıkları üzerinden sonuçlar çıkarıyor, anlamak ile anladığını kabul etmek ya da etmemenin farklı olduğunu anlayamıyor, kendi anladığının mutlak doğru olduğunu zannedip, hatta herkes için doğru olduğunu zannedip ona göre çözüm üretiyor.
Oysa hayat tüm gerçekliğiyle ortada durur. Zamanı, koşulları, değişkenleri nazara alarak olgu ve olayları değerlendirebilenler doğru analiz yapabilirler, bulunduğu yere ve menfaatine göre sonuç çıkarabilirler.
Halkımız tek lidere güvenme rahatlığını aşamıyor. Riske girmiyor. Birisi beni kurtarsın diye bakıyor.
O birisinin kendisine
Her gece film gösteren bir televizyon kanalında haftalar boyunca ünlü Jaws ve Jurassic Park filmlerinin gösterimi dikkatimiz çekmiş, sebebini ise bulamamıştık.
Steven Spielberg’in bu ünlü filmleri geçmişte çok seyirci çekmişti ama görmeyen pek kalmamıştı. 1975 yapımı Jaws katil bir köpek balığını, 1993 Jurassic Park insan eliyle yaratılan dinozorların bir adada dehşet saçmasını gösteriyordu.
İkisi de “korku bilim” filmiydi.
Prof. Celal Şengör’ün tesadüfen elimize geçen yıllar önceki bir yazısı bizi uyandırdı. Diyor ki 1996 yılında yazdığı yazıda Celal Şengör:
“Bu tür eserler bırakın halka bilimi sevdirmeyi, her insanın içinde insiyaki olarak bulunan ‘bilinmeyenden korkma’ duygusunu körükleyerek onu bilime daha da çok düşman eder. Jurassic Park filmi İstanbul’a geldiği zaman eşim pek haklı olarak o zaman 6 yaşında olan oğlumuzu o filme götürmeyi reddetmişti. Halbuki benim çocukluğumda gördüğüm Denizler Altında 20 000 Fersah, 80 Günde Devrialem, Kaptan
32 yıllık meslek lisesi öğretmeni Ali Özdemir’in mektubudur:
“Her gördüğünüz tamirci / teknik servis tabelasına kanıp pahalı cihazlarınızı (araba, telefon, tablet, bilgisayar, TV, vb.) teslim etmeyiniz.
İşten zerre anlamayan kişiler aygıtınızdaki 1 TL’lik arızayı 1000 TL’lik vakaya dönüştürebilir. Bilgisiz, cahil insanlar asla ölçü aleti, devre şeması, eleman kataloğu, osiloskop, sinyal jeneratörü, doğru lehim makinesi kullanmazlar.
Üç beş el takımı tedarik edip ‘Ben tamirciyim’ diye gezinen kişilerin oranı inanın yüzde 90’dan az değildir. Yani piyasada iş tutan her 10 servisin 9’u yetersizdir.
Devletin ilgili kurumları hiçbir şekilde denetim, otokontrol, izleme yapmadığı için piyasa keşmekeş halindedir. Örneğin ben 1982 yılından beri elektrik-elektronik ile ilgili yaygın kullanılan ev-iş cihazlarının tamir, ayarlama, bakım işlerini yapıyorum. Bugüne dek hiçbir devlet yetkilisi ‘Hey arkadaş, sen bu cihazları neye göre onarıyorsun? Belgen var mı?’ diye sormadı.
Bu ülkede kalite, standart, düzen,
Havada ağır bir seçim kokusu var. Bayramlaşmalar dâhil her türlü sohbet:
- Seçime ne diyorsun, kim kazanacak? sorusuyla bitiyor.
Tabii cevabı kimse bilmiyor.
Ancak şiddet kokulu olaylar belli bir tedirginlik yaratıyor.
Bazı parti binaları önünde patlayan silahlar. Kimi sözlü saldırılar.
Adıyaman’da Kemal Kılıçdaroğlu’na yönelik sözlü saldırı ve ardından Kemal Bey’in cevabı dikkat çekiciydi. CHP Lideri:
- Acılı insanlardan her türlü tepki beklenir, hoşgörülü olmalıyız, tarzında sözlerle bu olayı tatlıya bağlarken siyaset dünyasına da örnek oldu.
Kurşunlu saldırılara verilen “Korkmuyoruz” yanıtı ise bu denli tutarlı görünmedi.