Kayseri Atatürk Stadyumu ve Atatürk Spor Salonu yıkıldı yerine dev bir iş merkezi yapılıyor... Şehrin Ankara çıkışına yapılan yeni stadyumun adı ise Atatürk değil, Kadir Has Stadı oldu...
Fazlı Köksal kendisine ait Blog’da ülkede Atatürk adının silinmesi için kâh sinsi kâh açık yürütülen kampanyadan örnekler veriyor:
Çorlu’da Reşadiye Mahallesi’nde yer alan Mandıracı Caddesi 1. ve 2. sokaklar arasında kalan Atatürk Caddesi’nin adı Şehit Yüzbaşı Ulaş Türk Caddesi olarak değiştirildi...
Kocaeli Yenimahalle Atatürk Caddesi’nin ismi Lozan Caddesi olarak değiştirildi...
Rize Atatürk Stadı yıkıldı yenisinin ismi Recep Tayyip Erdoğan Stadı yapılmak istendi, daha sonra Rize Stadı’nda karar kılındı.
Kaman’da Atatürk Caddesi’nin ismi değiştirilerek, Japon Prensi Tomohito Mikasa’nın adı konuldu...
İstanbul Üsküdar İlçesi’nde bulunan Atatürk İlköğretim Okulu’nun depremde hasar gördüğü gerekçesiyle yıkılıp tekrar yapıldıktan sonra adı Halil Türkan olarak değişti. Kırşehir’de Gazi İlköğretim Okulu yıkıldı, yeni yapılan okula, okul yapımına katkısı olan bir hayırseverin ismi verildi.
Altın vuruş ise Ankara’da Melih Gökçek tarafından yapıldı. Gençlik Parkı yeniden düzenlenirken Atatürk’ün ışıklı portresi kaldırıldı. Girişteki Atatürk panosu yerine Melih Gökçek’in el yazısıyla bir kitabesi konuldu.
ABD’nin Fuller, Huntington gibi akıl hocaları talimat verdi; siz Atatürk’ü, Kemalizmi, ulusalcılığı unutun...
Emir büyük yerden. O istikamette çalışıyoruz!
Soru: Amerikalı aktör Kevin Costner “Kürt açılımı”nı neden destekliyor?
Yanıt: Gelecekte bir Kürt devleti kurulursa “Kürt Hava Yolları”nın reklam işini garantiye almak için...
Haldun Ertem
Financial Times, Doğan Grubu’na kesilen cezayla ilgili, “Vergi cezası kan davasını geçti” demiş.
Ülkeyi aşiret kafası yönetirse davalar da kan davası olur tabii ki.
Fahrettin Fidan
Tıkırında!..
Timur Selçuk’un bir şarkısı vardı hani: “Ekonomi tıkırında..”
Aynen onun gibi... Demokrasi de tıkırında... Baş sayfalarda haber:
“Doğan Grubu’ndan 3.8 milyar lira vergi cezası için 15 gün içinde 4 milyar 823 milyon TL teminat yatırması istendi.”
Özeti: “Vergi memurlarından Doğan Grubu’nu batırmaları istendi.”
Bir yandan da elden ele tasfiye edilecek gazeteciler listesi dolaşıyor... Ne yapmışlar? Hakaret mi etmişler, yalan mı yazmışlar?
Hayır. Sadece halka söylenen yalanları yazmışlar.
Mustafa Balbay 206 gündür tutuklu... 4 medya grubu başkanı hapiste. Demokrasi tıkırında...
Son Osmanlı...
Osmanlı hanedanının en kıdemli üyesi Şehzade Osman Ertuğrul Efendi dün Cağaloğlu’ndaki II. Mahmut Türbesi’nde toprağa verildi.
Töreni izleyenler gördüler... Osmanlı hanedanı mensubu hanımların yaşlısından gencine hiçbirinin başı kapalı değildi... Türkiye’de şu anda kendini Osmanlı’nın devamı gibi gösterenlerin ise başları kapalı... Neden bu fark? Anlaşılan Türkiye’de bugün yüksek koltuklarda oturanlar Osmanlı Sarayı’nın uzantısı değil... Herhalde o dönemde yeniliklere karşı çıkan ve Saray’a karşı başkaldırmayı adet haline getirmiş kimi tarikatların uzantıları... Farkı kaydedelim...
‘Üzn-i eyser’
Dil Bayramı’nı kutluyoruz. Türk Dil Kurumu’nun 26 Eylül 1932’de kuruluşunun ve dil devriminin 77. yıldönümündeyiz. Aşağıda Dil Bayramı’nın 56. yıl dönümününde, çok değerli edebiyat araştırmacısı ve yazar Cevdet Kudret’in yaptığı konuşmanın bir bölümünü okuyorsunuz:
“...Benim Dil Devrimi’ne bağlanmamın nedeni, ta çocukluk yıllarıma uzanır. İlkokulda idik. İlk kez tarih dersi okumaya başlamıştık. Pembe kâğıtlı, incecik bir kitaptı. Halkalar içinde padişah resimleri vardı. Bunları bize belletirlerdi:
Murad-ı evvel, Murad-ı sanî, Murad-ı sâlis, Murad-ı râbi, Murad-ı hâmis...
Bir türlü işin içinden çıkamazdım; Murad-ı hâmis mi önce, Murad-ı sâlis mi önce anlayamazdım, bunalımlar geçirirdim. Birinci Murat, İkinci Murat diye sıralansa ne kadar kolay olacaktı. Yaşımız biraz büyüdü, ortaokula, liseye geçtik. Bu sefer karşımıza daha çapraşık sözler çıktı. Hendese diye bir dersimiz vardı, geometri yani. Orada “zâviyetân-ı mütebâdiletân-ı dâhiletan” diye bir terimle karşılaştık; “iç ters açılar” demekmiş bu. Daha sonra, “zû erbaat-ül-adla” diye başka bir terim çıktı karşımıza; meğer “dörtgen” demekmiş ? Hayatiyat diye başka bir dersimiz vardı, Biyoloji dersi. Orada “sağ kulak”, “sol kulak” diyemezdik, “üzn-i eymen”, “üzn-i eyser” demek zorunda idik; “burun kemiği” yerine “azm-ı enf”, ince barsaklar yerine “em’â-yı rakika” demek zorunda idik...
Nebâtât (bitkibilim) dersimizde şöyle bir terim çıktı karşımıza: “zât-ül-ilkah-iz zâhire”, meğer “çiçekli bitkiler” demekmiş...
Edebiyat dili de aynı doğrultuda idi. Baki adlı ozanın Kanunî Sultan Süleyman için yazdığı ünlü mersiye okutulmuştu...
Şöyle başlıyordu:
“Ey pâybend-i dâmgeh-i kayd-i nâm ü neng
Tâ key hevâ-yı meşgale-i dehr-i bî-direng”
Dil devrimi, öz dilimizle buluşmamızı sağlamıştır...