Osman Ulagay

Osman Ulagay

oulagay@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları
Haberin Devamı


İki olayı karşılaştırmak belki doğru değil ama yaşanan şokların büyüklüğünü düşünerek Türkiye’nin kendi 11 Eylül’ünü geçen yıl 19 Şubat’ta yaşadığını söyleyebiliriz. Kur çapasına dayalı "enflasyonu düşürme programı"nın nasıl sürdürülebileceğinin tartışıldığı noktada devletin tepesinde yaşanan kriz bardağı taşıran damla oldu. Bu kadar nazik bir noktada bu kadar sorumsuzca davranabilen kişilerin yönettiği bir ülkede çapalı kuru korumanın mümkün olmadığını bir anda herkes anladı ve program çöktü, kur depremi kaçınılmaz hale geldi. Türkiye’nin, IMF’nin kasım krizinden sonra önerdiği "dalgalı kur" rejimine geçmekten başka seçeneği kalmamıştı.

"Dalgalı kur"un öncüsü
Ben 19 Şubat’tan bir yıl sonra bu saptamayı yaparken bunu son bir yılda edinilen derslerin ışığında yazdığımı belirtmeliyim. Ben de 19 Şubat öncesinde çapalı kura dayalı programın ek bir çaba gösterilerek sürdürülebileceğini ve 2001’in ikinci yarısında uygulamaya girecek "kur bantları" yoluyla dalgalı kura kademeli bir geçiş yapılabileceğini umanlardandım. Bu nedenle de 19 Şubat’ta yaşananlara çok büyük tepki göstermiş ve büyük bir umutsuzluğa kapılmıştım.
Son bir yıl içinde yaşananların ışığında durumu yeniden değerlendirdiğimde olayı farklı görüyorum. Son bir yıl içinde yaşananlar, aslında kasım krizinden itibaren hissetmeye başladığımız eğilimi açığa çıkardı: IMF, çapalı kur ve sabit kur rejimlerinin idam fermanını yazmıştı ve bu fermanı uygulamak için "olağan şüpheliler"in açık vermesini bekliyordu. Türkiye bu noktaya 19 Şubat sonrasında geldi ve "dalgalı kura geçin" talimatının ilk uygulayıcısı oldu. Diğer "olağan şüpheli" Arjantin ise bu gerçeği kabul etmekte direndiği için vakit kaybetti ve çok daha derin bir krizin içine sürüklendi.
Bu yazdıklarıma bakarak benim bir dalgalı kur hayranı haline geldiğimi falan sanmayın. Dalgalı kurla yaşamanın zorluklarını hep birlikte görüyoruz ve görmeye devam edeceğiz. Söylemek istediğim sadece şu: 19 Şubat sonrasında, içine düştüğümüz noktada, dalgalı kur rejimine geçmekten başka çaremiz olmadığını şimdi daha iyi görüyoruz.

Kemal Derviş faktörü
Şimdi geriye dönüp son bir yılda yaşananlara ve bugün gelinen noktaya yeniden baktığımızda bir gerçeği daha teslim etmek zorundayız: Kemal Derviş’in devreye girmesi ve sorumluluk alması Türkiye’nin geçen yılki umutsuzluk noktasından bugün bu noktaya gelmesinde belirleyici oldu bence. Derviş’in Türkiye’yi bugün gelinen noktadan ileriye götürecek bir vizyona sahip olup olmadığını ben henüz anlamış değilim ama IMF destekli bir programın, sapmalara yol açmadan uygulanmasında ve Türkiye’nin bugün bu noktaya gelmesinde Derviş’in tayin edici bir rol oynadığını kabul etmemiz gerekiyor. Dalgalı kur uygulaması konusunda, bankalar konusunda, telekom konusunda yaşanan tartışmaları hatırlayınca, Derviş’in kararlı ve inatçı ısrarı olmasaydı bu tartışmalarla nereye varırdık diye düşünmeden edemiyorum. Herhalde IMF ile anlaşmamız kolay olmazdı.

Bir yılın kazanımı
2001 yılının nihai rakamları belli olduğunda ekonomimizin % 10’a yakın bir küçülme yaşadığı ortaya çıkacak. Böylesine derin bir küçülmenin yaşandığı bir yıl için "ucuz atlattık" deyimini kullanmak belki biraz tuhaf oluyor ama 19 Şubat sonrasında olabilecek olanları düşündüğümüzde gene de bugünkü halimize şükretmemiz gerekiyor galiba. Borcunu çeviremeyen, ithalat yapamayan, hiperenflasyona doğru sürüklenen bir ülke haline de gelebilirdik. Derviş’in katkısıyla izlenen kararlı çizginin yanı sıra 11 Eylül sonrasında Türkiye’ye sağlanan istisnai desteğin de daha kötü bir duruma düşmemizi önlediğini belirtmemiz gerekiyor.
Bu bir yılın en büyük kazanımı ise nelerin olamayacağını, nelerin devam edemeyeceğini daha net görmeye başlamamız oldu ve yeni bir finans sektörü yapısının, yeni bir ekonomi yönetimi anlayışının temelleri atıldı. Bu temeller üzerine bütünüyle yeni bir ekonomik yapı kurabilirsek geleceğe daha umutlu bakabiliriz. Eski yapıyı ve anlayışı ihya etme çabaları ise bizi yeni çıkmazlara sürükler.

Ekonomi ve şirketler dünyasındaki gelişmeleri göz ucuyla da olsa izlemeye çalışan biri olarak, artık hiçbir habere şaşmamaya kararlıydım ama geçen hafta duyduğum bir haber gene de hayrete düşürdü beni.
1990’ların efsane şirketlerinden enerji ve teknoloji devi ABB 2001 bilanço yılında ilk kez zarar ettiğini açıkladı ve iki eski tepe yöneticisinden, şirketten haksız yere aldıklarını iddia ettiği 138 milyon dolar geri verilmesini istedi.
Bunlardan Goran Lindahl’ı Stockholm’deki Avrupa Kalite Yönetimi konferansının yıldızlarından biri olarak tanımıştık. Şimdi ABB’ye 89 milyon dolar ödemesi istenen Percy Barnevik ise uluslararası iş dünyasının 1990’lardaki efsane ismiydi. ABB şirketinin kendi kar ve zararından sorumlu olan çok sayıda küçük şirket biçiminde yeniden yapılandırarak bir yönetim devrimi yaptığına inanılıyordu Barnevik’in. Bu örnek, iş dünyasındaki yıldızların parıltısının ne kadar kısa ömürlü olduğunu ortaya koyuyor.

Bu yılın sonuna kadar Irak’ı vurmaya kararlı olduğu izlenimini veren ABD’nin zaten ürkütücü boyutlardaki savunma harcamalarını daha da tırmandırma kararı herhalde herkesi düşündürüyor. Başkan Bush’un askeri harcamaları artırma önerisi bu yıl 36 milyar dolarlık, gelecek yıl da 48 milyar dolarlık bir artış öngörüyor. Bu yıl dünyada yapılacak toplam savunma harcamasının % 40’ını tek başına gerçekleştirecek olan ABD’nin bu sayının önümüzdeki yıllarda daha da artması bekleniyor. ABD’nin savunma harcamalarının, ondan sonra gelen dokuz ülkenin savunma harcamalarının toplamına eşit olduğunu hesaplayan ünlü tarihçi Paul Kennedy’ye göre ABD, tarihin hiçbir döneminde benzerine rastlanmayan bir askeri üstünlük sağlamış durumda bugün. ABD’nin yanında Avrupa ülkelerinin askeri güçleri ve askeri harcamaları cüce kalıyor.

Dış açık rekoru
Öte yandan ABD farklı bir rekora daha imza atmaya hazırlanıyor. Ekonomideki durgunluğa rağmen kapanmayan dış ticaret ve cari işlemler açığı da son 30 yılda benzeri görülmemiş boyutlara tırmanıyor. Yapılan öngörüler gerçekleşirse ABD’nin cari işlemler açığı 2003 yılında GSYİH’sinin % 6’sına tırmanacak ve bu açığı finanse etmek için ABD’nin dışarıdan yılda 660 milyar, ya da günde 2 milyar dolar sermaye ithal etmesi gerekecek "ya bu miktarda sermaye gelmezse ABD’ye, bu kez olan dolara mı olacak?", sorusu geliyor akla ama şunu da düşünmeden edemiyor insan: ABD’nin ürkütücü askeri gücü belki bunun da bir çaresini bulur.