Brezilya’da "Lula" diye anılan Luiz İgnacio da Silva’nın İşçi Parti’si ile Türkiye’de kimilerinin "Tayyip" diye andığı Tayyip Erdoğan’ın Ak Parti’si (AKP), kendilerinden önce iktidar olan partilere karşı toplumda biriken tepkinin oya dönüşmesiyle iktidara geldi. Her iki lider de eşitsizliği ve yoksulluğu azaltmayı vaat ederek oy topladı. Uluslararası piyasalar ve kurumlar her iki partiye de kuşkuyla yaklaştı. Brezilya örneğinde bu kuşkunun dozu kaçtı ve daha Lula iktidara gelmeden, piyasaların abartılı tepkisi Brezilya’yı yeni bir mali krizin eşiğine getirdi. Türkiye örneğinde ise, AKP’nin seçimler öncesinde piyasalarda yarattığı olumlu beklentinin de etkisiyle, tepki sınırlı kaldı.
Seçimlerden bu yana yaşanan süreçte ise tersi oldu: Lula, uluslararası piyasaların ve IMF’nin güvenini kazanmada çok daha başarılı oldu, ekonomi yönetimine getirdiği kadro itibar kazandı. AKP iktidarı ise IMF ile ilişkileri hep ayak sürüyerek sürdürdü, piyasalara güven veremedi. Bugün gelinen noktada da Türkiye ekonomisini yöneten ekip, uluslararası piyasalarda "hafif siklet" olarak niteleniyor ve açıkçası fazla ciddiye alınmıyor.
Üç kesimin beklentisi
Şu anda dış dünyadaki görüntüye bakıldığında Brezilya’da Lula’nın durumu, Türkiye’de AKP’nin durumuna göre daha iyi görünüyor ama onun da çok ciddi sorunlarla karşılaşması olası. Aslında her iki ülkede de henüz iktidara ısınma döneminde olan liderler, üç farklı kesimin farklı beklentilerini karşılamanın zorluğu nedeniyle sıkıntıda.
Birinci sırada, verdikleri oylarla onları iktidara taşıyan geniş seçmen tabanının beklentileri var. Her iki ülkede de iş istiyor, aş istiyor, yoksulluğun yok edilmesini, yolsuzlukların önlenmesini istiyor geniş seçmen tabanı. Bu beklentilerini karşılamadığı için sandığa gömdüğü partilerin yerini alan İşçi Partisi ile Ak Parti’nin, işi çok da uzatmadan, bu beklentilerini karşılamasını bekliyor.
İkinci sırada, Brezilya’nın ve Türkiye’nin özel sektörü var. Her iki ülkede de özel sektör, faizlerin düşmesini, işlerin açılmasını, hızlı büyümenin sağlanmasını, girişimcinin önündeki engellerin kaldırılmasını istiyor ve bekliyor. Üçüncü sırada ise, önemli ölçüde destek sağlayarak ayakta tuttuğu Brezilya ve Türkiye’de iktidara gelen yeni hükümetlerin, taahhüt ettikleri program çerçevesinde davranmalarını bekleyen IMF (Uluslararası Para Fonu) ve hükümetin her adımını dikkatle izleyen uluslararası piyasalar var.
Kimin oyu önemli?
Zorluk, bu üç kesimin beklentilerini aynı anda ve birlikte karşılamanın kimi noktalarda olanaksız görünmesinden kaynaklanıyor. Her kesimin beklentisini karşılayamamanın ise bir maliyeti var. Her iki ülkenin ciddi bir borç yükü altında bulunması, bu karmaşık denklemin çözümünü daha da zorlaştırıyor.
Şimdi seçmen tabanının beklentilerini kısa sürede karşılamak için devletin kaynaklarını da seferber ederek istihdam yaratacak yatırımlara girişilse, Lula’nın hedeflediği gibi, yoksulluğu önleyecek kapsamlı projelere büyük kaynak ayrılsa kamu açıkları büyüyecek, borç dinamiğinin sürdürülmesi için gerekli olan faiz dışı bütçe fazlasını elde etmek zorlaşacak. Bu yola girilirse ve özel sektörü tatmin etmek için faizler de zorlamayla düşürülürse hemen IMF’nin yüzü asılacak ve uluslararası piyasalarda Brezilya ve Türkiye’ye yönelik kuşkular artacak. Bunun sonucunda Brezilya ve Türkiye tahvillerinin değeri düşecek ve her iki ülkenin de borçlanması zorlaşacak, yani dış kaynak bulma olanakları sınırlanmış olacak. Bu ortamda ülke içinde ekonomiyi canlandırmak da zorlaşacak.
Bunları hesap ederek "O halde biz önce istikrarı düşünelim, faiz dışı fazla ve enflasyon hedefine kilitlenelim, ekonomiyi aşırı ısıtmadan canlandırmak için faizlere dikkat edelim, böylece IMF’nin ve dış dünyanın desteğini koruyalım; özel sektör bu ortamda üretimi ve yatırımı artırsın, bütün bunların sonucunda da istihdam ve gelirler artsın, geniş kesim rahatlasın" denilirse bunun da riski var. Özel sektörün ve geniş seçmen tabanının sabrı taşabilir ve iktidarı politika değiştirmeye zorlayabilir.
"Lula" ve "Tayyip" bu zor geçitten nasıl geçecek, bakalım.