Osman Ulagay

Osman Ulagay

oulagay@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları
Haberin Devamı


Geçen yıl IMF’ye ve kendi çalıştığı Dünya Bankası’na sert eleştiriler yönelterek istifa eden ünlü ekonomist Joseph Stiglitz, Asya krizi sırasında yazdığı bir makalede, "büyükler" dışındaki ulusal ekonomileri, "fırtınalı okyanusta batmamak için çaba harcayan küçük sandallara" benzetmiş, işlerinin ne kadar zor olduğunu vurgulamıştı. Gerçekten de sermaye hareketlerinin serbestleştiği ve döviz piyasalarının günlük işlem hacminin 1.5 trilyon doları aştığı bir dünyada, birkaç milyar dolarlık bir sermaye kaçışıyla yelkenleri suya indirmek zorunda kalan ülkelerin kendi paralarını nasıl savunabilecekleri, hangi kur rejimiyle mutlu olabilecekleri ciddi bir tartışma konusu. Geçen haftaki yazımızda da belirttiğimiz gibi, dalgalı okyanusta batmamak ya da "kur şoku" yaşamamak için giderek daha çok sayıda ülkenin "dalgalı kur" rejimini benimsediğini ya da bizim gibi, benimsemek zorunda kaldığını görüyoruz.

"Para kurulu" ve dolarizasyon
Günümüzde moda haline gelen "dalgalı kur" en esnek kur rejimi. "Dalgalı kur"un tam karşı kutbunda ise en katı kur rejimi olan "para kurulu" rejimini ya da "sabit kur" uygulamalarını görüyoruz. Bu katı rejimlerde bağımsız para politikasından vazgeçmeniz ve paranızın başka bir paraya ya da para sepetine doğrudan bağlanması söz konusu. Örneğin 1 Arjantin pesosu, para kurulu uygulamasının başladığı 1991’den beri 1 ABD dolarına eşitlenmiş durumda. Bu uygulamanın uç noktasında, Ekvator’un yaptığı gibi, tam dolarizasyona geçmek, ülke parası yerine ABD dolarını kabul etmek de mümkün.
Özellikle Arjantin gibi hiperenflasyon yaşamış olan ve parasal disiplini kendi olanaklarıyla sağlayamayan ülkelerde bu tür katı rejimlerin avantajlı yanları var. Nitekim Arjantin "para kurulu" uygulamasına geçtikten sonra kısa sürede enflasyonu tek haneli rakamlara indirmeyi başardı ve güzel bir ekonomik büyüme perfomansı yakaladı. Ancak son beş yılda ABD doları değer kazandıkça Arjantin pesosu da zorunlu olarak değerlendi ve bu nedenle rekabet gücünü kaybeden Arjantin yeniden ciddi sorunlarla karşılaştı. Yani katı kur rejimlerinin de iyi ve kötü yanları var. Ancak Çin gibi, sermaye hareketlerini serbestleştirmemiş ülkelerle çok küçük ülkelerde bu tür katı rejimlerle uzun süre yaşamak mümkün görünüyor.

"Ara" rejim türleri
En esnek ve en katı kur rejimleri arasında yer alan kur rejimlerine ise "ara rejimler" de deniyor. Bu ara rejimlerde bir tür "kur çapası"nın ya da "kur bandı"nın uygulandığını görüyoruz. Bizim geçen yıl uyguladığımız program, uygulamanın 18. ayından itibaren devreye girecek olan "giderek genişleyen kur bantları" yöntemiyle esnek kura geçişi öngören bir "sürüklenen çapa" uygulamasına dayanıyordu. Bu kur rejiminin benimsenmesinin en önemli nedeni, Stanley Fischer’ın de çeşitli vesilerle açıkladığı gibi, kronik yüksek enflasyondan kurtulmak için en uygun rejimin "çapalı kur" olmasıydı. Ayrıca bu uygulamada faizlerin düşmesi ve ekonomide büyümenin artması da mümkündü.
Aslında Türkiye’ye bu rejim önerilirken "çapalı kur" rejimlerinin, özellikle sermaye hareketlerinin serbest olduğu ülkelerde ciddi sorunlara yol açabildiği de çok iyi biliniyordu. Uygulamada sıkça rastlanan bu sorunların başlıcaları şunlardı:

"Çapa"nın sorunları
• Kur riskinin gözardı edilmesi döviz cinsinden borçlanmayı özendiriyor, bankaların, firmaların ve devletin dış borç riski artıyordu.
• Enflasyondaki düşüş beklenenden yavaş olduğunda enflasyon oranı kurdaki artışın üstünde kalıyor, böylece ülke parasının aşırı değerlenmesi gündeme geliyor ve ülkenin rekabet gücü düşüyordu.
• Paradaki değerlenme dış açığı büyütüyor ve bu açığı finanse etmek için daha fazla sermaye çekmek gerekiyor, bu da "çapa"nın sağlamlığı konusunda kaygı yaratıyordu.
• "Çapa" ile belirlenen kur düzeyini korumak için Merkez Bankası’nın yüksek düzeyde rezerv tutması gerekiyordu.
• "Çapa"nın sağlamlığına güvenin azaldığı noktada ülke bir kur şoku yaşamaya aday ülke gibi görünmeye başlıyor ve spekülatif ataklara hedef olabiliyordu.
• Bu noktaya gelindiğinde banka sistemindeki zaaflar sorunu daha da ağırlaştırabiliyordu.

Başımıza gelenler
Türkiye örneğinde de bu sorunların tümü yaşandı ve hükümettekilerin eşsiz becerisi de buna eklenince 22 Şubat günü kendimizi "dalgalı kur" rejiminde buluverdik. Bu haftalık yerimiz bittiği için, "dalgalı kur" rejiminin artı ve eksilerini bir başka yazıda ele alacağız.

Önce IMF’nin ikinci adamı Stanley Fischer geldi Türkiye’ye ve "Türk paradoksu"ndan söz etti. Fischer’a göre Türkiye, IMF destekli programı başarıyla uyguluyor, ekonominin geleceği açısından büyük önem taşıyan yapısal reformları gerçekleştiriyordu ama tüm bu çabalar piyasaları ikna etmeye yetmiyor, Türkiye’ye özel kaynak akışı başlamıyor ve faizler düşmüyordu.
Arkasından IMF Avrupa Direktörü Michael Deppler’ın geçen hafta Financial Times’da yayınlanan "Türkiye iyileşiyor" başlıklı yazısı geldi. Deppler da Türkiye’nin IMF destekli programı başarıyla uyguladığını vurguluyor ve bu uygulamalarla Türkiye ekonomisinin daha sağlam temellere oturduğunu piyasaların er geç anlayacağını belirtiyordu.
Deppler’ın yazısının yayımlanmasından birkaç gün sonra gizlice Ankara’ya gelerek temaslarda bulunan ABD Hazine Bakanı O’Neill’in yardımcısı Steven Radelet de Türkiye’nin ekonomide attığı adımları ve gerçekleştirdiği reformları övdü, uygulamayı "son derecede parlak ve cesaret verici" bulduğunu açıkladı. Ne var ki tüm bu çabalar, içerde ve dışarda piyasalar üzerinde beklenen olumlu etkiyi, en azından şimdilik, yapmadı. Tersine IMF’nin ve ABD’nin "Türkiye’de işler iyi gidiyor" mesajını vermek için bu kadar yoğun çaba harcaması kimilerinde kuşku bile yarattı. Sanırım çoğu kimse IMF’nin geçen yılki programı da desteklediğini unutmadı, Bush yönetimi ise çelişkili tavırlarıyla kimseye pek güven vermiyor. Bu nedenle IMF ve ABD "güven sorunu"nun bir parçası olarak görünüyor.

Oğlum Alp’in önüme koyduğu veriler, Soğuk Savaş sonrasında dünyada yaşanan değişimin atletizmdeki dünya sıralamasını da etkilediğini gösteriyor. 1987’de Roma’da yapılan Dünya Atletizm Şampiyonası’ndaki madalya dağılımıyla önceki hafta Edmonton’da yapılan şampiyona sonunda ortaya çıkan madalya dağılımını karşılaştırdığımızda, 1987’de toplam 129 madalyanın 76’sını(yani % 59’unu) ilk üç ülkenin(D. Almanya 31, ABD 20, SSCB 19) aldığını; Edmonton’da ise toplam 139 madalyanın ancak 45’ini(%32’sini) ilk üç ülkenin(ABD 19, Rusya 19, Kenya 7) aldığını görüyoruz. Eskiden SSCB’ye bağlı olan ülkelerin şimdi aldığı madalya sayısı ise 10. Madalya alabilen ülkelerin sayısında da ciddi bir artış var. 1987’de 129 madalyayı 27 ülkeden gelen atletler almış, 2001’de ise 139 madalyayı 42 ülkenin atletleri paylaşmış.