Osman Ulagay

Osman Ulagay

oulagay@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları
Haberin Devamı

Türkiyenin 2002deki büyüme performansı, bizim gibi kriz yaşayan diğer ülkelerin, kriz yılını izleyen yılda elde ettikleri büyümeye göre de başarılı. Güney Kore dışında en başarılı performansı Türkiye göstermiş. Doğru politikalar uygulandığında ekonomik sorunların aşılacağını ve bizim özel sektörün atılım potansiyelini kullanacağını iddia eden Kemal Derviş haklıymış galiba. DİE tarafından açıklanan 2002 yılına ilişkin milli gelir verileri, 2001 yılında % 7.5 oranında küçülen Türkiye ekonomisinin 2002de sabit fiyatlarla % 7.8 büyüdüğünü ortaya koydu. GSYİH (Gayri Safi Yurt İçi Hasıla)mızdaki bu hatırı sayılır büyümenin önemli ölçüde stok artışından kaynaklanması bir soru işareti yaratıyor ama özellikle 2002nin son çeyreğine ilişkin veriler, 2001 krizinin yıkıcı etkilerinin bu çeyrekte aşıldığını gösteriyor. 2002nin son çeyreğinde tarımda % 15.3lük, ticarette % 16.1lik, sabit sermaye oluşumunda % 22.2lik çarpıcı artışlar var. 2001den beri sürekli küçülen inşaat kesiminde bile büyüme başlamış, özel tüketimdeki artış da % 4.2ye yükselmiş. 2002de büyüme hızlanırken enflasyonun % 30un altına inmesi, ihracatın % 12 artarak 35 milyar doları bulması, faiz ödemelerinin milli gelire oranının % 23ten % 19a düşmesi ve 2001de % 97ye kadar çıkan kamu borcunun milli gelire oranının 2002 sonunda % 81e gerilemesi de hep olumlu gelişmeler. İMF ve ABD pazarlığı Türkiyeye itibar kaybettirdi Ekonomi yönetmek koyun gütmeye hiç benzemez AKP yönetimi bugün geldiği noktaya dört ay önce gelebilseydi IMF ile 4. Gözden Geçirme çoktan geride kalmış olacak, Türkiye 2002 yılında olumlu sonuçlar veren istikrar programını aksatmadan sürdüren ülke olarak olumlu puan alacak ve bugün yaşanan olumsuzlukların çoğu yaşanmayacaktı. Önceki gün AKP hükümeti için bir zafer günüydü. Geçen yılın kasım ayı ortasında bakan olur olmaz "IMF ile bazı konular tekrar görüşülecek" (Yeni Şafak, 20 Kasım 2002) diyen Ali Babacanın bu müjdeyi vermesinden yaklaşık dört buçuk ay sonra Türkiye IMFnin şartlarını kabul etme noktasına gelmişti. Ancak bu süre içinde ekonomi yönetimi içeride ve dışarıda büyük itibar kaybına uğramış, AKPnin önceki hükümetten devraldığı olumlu hava yerini derin bir karamsarlığa ve kriz tedirginliğine bırakmıştı. KOYUN DEĞİL EKONOMİ AKP iktidarının ilk beş ayında bu olgunun çarpıcı örnekleri yaşandı. IMF ile anlaşmayı savsaklarken ABDden alınacak 26 milyar dolarlık savaş kredisiyle bu yılı kurtaracağını düşünen AKP yönetimi, tezkere çıkmayıp 26 milyar dolar suya düşünce bu kez can havliyle IMFnin ipine sarıldı. Alelacele yeni kaynak paketleri devreye sokuldu ve Başbakan Erdoğan, Ulusa Sesleniş konuşmasında IMFye sözler vermek zorunda kaldı. (Milliyet, 17 Mart 2003). IMFye hava atarak işe başlayan AKP yönetimi sonunda IMFye kesin dönüş yapmaktan başka çare bulamamış, Maliye Bakanı Unakıtan, adeta bir IMF sözcüsü gibi, "Tek yol mali disiplin" diye açıklamalar yapmaya başlamıştı. (Vatan, 25 Mart 2003). Koyun gütmeyle ekonomi yönetmenin farkı işte tam bu noktada ortaya çıkıyor. Bugünün dünyasında Türkiye gibi bir ülkenin ekonomisini yönetmeye talip olan kadronun, atacağı adımların ne sonuç vereceğini, IMFnin neyi kabul edip neyi kabul etmeyeceğini, IMF ile pazarlığı uzatmanın ne gibi olumsuzluklara yol açacağını önceden görebilmesi ve buna göre davranması gerekirdi. Koyun gütmenin de deneyim kazanarak öğrenilebilecek incelikleri vardır kuşkusuz ama bugünün dünyasında ekonomi yönetmek için ondan çok daha fazla birikime, bilgiye, uluslararası deneyime gerek var. Bunlardan yoksun olunca baştan belli olan bir sonucu ancak ortaya çıktığında algılayabiliyorsunuz ve bu da büyük kayıplara yol açıyor. ABD PAZARLIĞI FİYASKOSU Türkiyenin savaştan göreceği zararlarla ilgili çok abartılı rakamlar telaffuz edildi (Hürriyet, 22 Şubat 2003) ve dış dünyada "Iraktan sonra savaştan en büyük ekonomik zararı görecek ülke Türkiyedir" inancı yaratıldı.Bu büyük zararın ABDnin mali desteğiyle telafi edileceği söylendi, ABDden 30 milyar dolar geliyor beklentisi yaratıldı (Hürriyet, 18 Mart 2003); bu destek sağlanamayınca dünya Türkiyeyi, telafi edemeyeceği büyük bir zararla baş başa kalan ülke olarak görmeye başladı. Başbakan Erdoğan ve diğer bazı yetkililer devletin ağır borç yükünü çok fazla vurgulayarak iç ve dış piyasalarda "bu borç nasıl çevrilecek" kaygısını hortlattılar. Servet vergisi, savaş bonosu vb. gibi olağan dışı dönemlere özgü yöntemlerden söz edilmesi bu kaygıları daha da artırdı. Başbakan Erdoğanın "falanca banka gidiyordu, önledik" ya da "oksijen çadırındayız" (Hürriyet, 2 Nisan 2003) şeklindeki açıklamaları da piyasalardaki tedirginliği ve güven bunalımını besledi. ABD ile sürdürülen savaş tazminatı pazarlığında ve sonrasında da şu vahim hatalar yapıldı: AKP hükümeti, ekonomi yönetmenin koyun gütmeye benzemediğini bilseydi, IMF ile 4. Gözden Geçirme 2002de tamamlanır, ekonominin kaderi ABDden gelecek mali desteğe bağlanmaz, bugün Türkiyede yaşanan güven bunalımı da yaşanmazdı ve biz oturup Irak savaşının gerçek zararlarının nasıl karşılanacağını konuşuyor olurduk. Bize beş ayda bunları yaşatan bir hükümetin bundan sonra güven yaratması hiç de kolay olmayacak. Tartışma olmadan çözüm olur mu? oulagay@milliyet.com.tr Hasan Cemalin ilginç anılar, gözlemler, tanıklıklar, saptamalarla ördüğü ve bunların ötesinde, duygusal değinmelerle farklı bir boyut kazandırdığı yeni kitabı Kürtleri okurken, birçok sorunumuzu neden aşamadığımızı düşündüm yeniden. Üst düzeyde bir Türk istihbarat yetkilisi "Bizim devlette tartışma geleneği gelişmemiştir, resmi görüşü sınayacak bir mekanizma yok" diye yakınmış Hasan Cemale. Devlette gelişmemiş de toplumda çok mu gelişmiş sanki anlamlı tartışma yapma geleneği. Kürtlere karşı gösterilen yaklaşımlarda da iç içe geçen önyargılar, korkular, güvensizlikler, çoğu kez anlamlı tartışmanın ve gerçekçi çözüm arayışının önüne geçmiş. Dış güçlerin emelleri ve oyunları karşısında duyulan kaygılar da beslemiş bu davranış tarzını ve nice dramlar yaşanmış. Bana öyle geliyor ki biz birçok soruna böyle yaklaştığımız için çözüm üretemiyoruz yıllardır.