Zor bir dönemde TC Merkez Bankası’nı yönetmiş olan Zekeriya Yıldırım ile ahbaplığımız yıllar önce Tuzla Piyade Okulu’nda başladı. Halen özel bir danışmanlık şirketi bulunan Zekeriya ile arada bir buluşup bir durum değerlendirmesi yaparız. Önceki gün buluştuğumuzda da ekonomimizdeki tıkanmayı konuştuk.
İlk saptamamız şu oldu: Türkiye’deki ortam bugün için kimseye güven vermiyordu. Türkiye geçen yıl çok daha kötü sonuçlar doğurabilecek olan bir krizi, bir noktada kontrol altına almayı başarmış, yıllardır gerçekleştiremediği önemli reformları gerçekleştirmiş, mali sistemde kangren olma noktasındaki yaraya neşter vurmuş, IMF’den büyük destek sağlayarak başını suyun üstünde tutabilmişti.
Geçen yıl çok ciddi bir küçülme yaşayan ekonominin bu yıl yeniden büyümeye geçmesi bekleniyordu ama bütün bunlara karşın genel güvensizlik havası sürüyor ve hemen hiç kimsede büyümeyi ateşleyecek bir heyecan görülmüyordu. Bunun belli başlı nedenlerini sorguladığımızda şunlar geldi aklımıza:
Galiba en büyük sorun, Türkiye’nin "böyle gelmiş, böyle gider" diyerek sürdürmeye çalıştığı ekonomik düzenin artık sürdürülemez olduğunun kesinkes ortaya çıkmasına karşın çoğu kimsenin hala bu gerçekle yüzleşmek istememesiydi. Zekeriya Yıldırım’ın ifadesiyle, bizde işadamından sokaktaki vatandaşa kadar herkes devlete güvenmeye alışmış ve dara düştüğünde devletin imdadına koşacağına inanmıştı. Şimdi devletin artık bunu yapamayacağı görülünce herkes huzursuz oluyordu.
Devlet ise koruyucu elini çekerken herkese bir de dayak atıyor ve kendi hataları nedeniyle oluşan zararları da telafi etmeye yanaşmıyordu. Bundan sonra oluşacak ekonomik düzenin çerçevesi de belirsiz olduğu için işi ve mali durumu iyi olan firmalar da bu ortamda risk almamayı tercih ediyor, bekliyordu.
Bu arada hükümet ortaklarının uluorta yapmayı tercih ettikleri tartışmalar ve Irak riski gibi dış faktörler de siyasi risk faktörünü öne çıkartıyor ve güven ortamının oluşmasını önlüyordu.
Çoğu kimse gerçekleştirilen reformların ve dalgalı kur başta olmak üzere izlenen politikaların ekonomiye ve kendisine nasıl yarar sağlayacağını henüz anlamış değildi; yalnızca risklerini gördüğü için de güven duyamıyordu bu politikalara.
Öte yandan, ekonomi yönetimi ve bürokrasi de risk almaktan çekiniyor ve öncelikle IMF’nin şart koştuğu şeyleri yapmayı ve yeni bir krize yol açmamayı düşünüyordu. Ekonomi yönetimi bunlarla yetinince de büyümeyi ateşleyecek adımları atamıyor, insanlara bu heyecanı veremiyordu.
Devletin ekonominin günlük işleyişine müdahale etmekten vazgeçmesi olumlu bir gelişmeydi ama özellikle bizim şimdi yaşamak zorunda olduğumuz türden yapı değişikliği süreçlerinde devletin hedef ve yol gösterici bir rol oynaması gerekliydi. Değişimin tamamen piyasaya bırakılması bu süreci zorlaştırabiliyordu.
Bu ortamda kimse kimsenin işini kolaylaştırmaya çalışmıyor ve belirsizlik süreci uzadıkça değişimin siyasi maliyeti de artıyordu.
Bugün ekonomide gözlenen tıkanıklığı aşmak için öncelikle bu noktalar üzerinde durmanın yararlı olabileceğini düşündük Zekeriya Yıldırım ile. Bunların dışında iki faktör etkili olabilirdi büyüme üzerinde: Ekonomideki trendlerin, örneğin enflasyondaki düşüşün kalıcı olacağına inanılması ve AB ile bütünleşme sürecinin hızlanması.