Uluslararası Para Fonu (IMF) İcra Kurulu’nun, Türkiye ile ilgili yaptığı 15 Nisan tarihli değerlendirmenin ilk cümlesinde "Türkiye’nin, birkaç on yıl süren zayıf ekonomik performansını güçlendirmek için giriştiği kararlı çabanın orta noktasında" bulunduğu belirtiliyordu. Değerlendirmeye göre, "Uygulanmakta olan programla makroekonomik istikrarın sağlanmasından sonra, programın öngördüğü güçlü yapısal reformlarla sürdürülebilir büyüme için elverişli ortam yaratılmış olacaktı."
IMF Başkan Yardımcısı Anne Krueger, aynı gün yaptığı açıklamada, Türkiye ekonomisinin sürdürülebilir büyüme yoluna girmesi için koalisyon hükümetinin, bir bütünlük içinde programa verdiği desteği sürdürmesinin ve programın hiçbir sapma olmadan uygulanmasının gerekli olduğunu söyledi. IMF Başkanı Horst Koehler de, 17 Nisan tarihinde düzenlediği basın toplantısında Türkiye ile ilgili en acil konunun, "hükümetin IMF ile mutabık kaldığı programı aksatmadan uygulaması" olduğunu belirtti.
Bu üç açıklamanın da gösterdiği gibi, IMF’ye göre Türkiye bugüne dek gösterdiği çabayla ve elde ettiği sonuçlarla, ekonomisini çukurdan düzlüğe çıkarma yolunda bir noktaya gelmiş durumda, ancak henüz yolun orta noktasında ve asıl amaçlanan hedefe, yani "sürdürülebilir büyüme" hedefine varmak için IMF ile mutabık kaldığı programı hiç aksatmadan uygulamaya devam etmesi gerekiyor. Bunun olabilmesi ise koalisyon hükümetinin kararlı tutumunu sürdürmesine bağlı. Oysa bu konuda giderek belirginleşen kuşkular var. Örneğin önde gelen işadamlarımızdan Bülent Eczacıbaşı, Ruhi Sanyer’in sorularını yanıtlarken şöyle diyor: "Seçim yaklaştıkça siyasetçilerin üzerindeki baskılar çoğalacak. Harcama kısıtlamaları siyasetçileri daha fazla rahatsız etmeye başlayacak. Erken seçim olsa da olmasa da seçim dönemine artık giriyoruz. Bu kısıtlamalar ve ekonomik programın bizi içine soktuğu dar gömlek siyasetçilerimizin canını çok sıkmaya başlayacak. Böyle gergin ortamda ortaklar arasında sürtüşmeler de artabilir, programa yönelik muhalefet de çoğalabilir. Programı bozacak ya da bozma arzusu ile gündeme gelebilecek şeyler olabilir. Bence asıl korkmamız gereken de o.." (22 Nisan, Radikal)
Eczacıbaşı’nın kaygılarına katılmamak olanaksız. Benim kaygım, seçim lafının giderek daha fazla telaffuz edileceği ortamda "tepkici siyaset" yapma heveslerinin hızla artması olasılığı. Geçen hafta Fransa’daki başkanlık seçiminin ilk turunda ortaya çıkan oy dağılımının da gösterdiği gibi, dünyada da "tepkici siyaset"in prim yaptığı bir ortama girmiş bulunuyoruz. Mevcut düzene, sistemdeki eşitsizliklere ve haksızlıklara, bazı kararların ülke dışından empoze edilmesine, bağımsızlığın elden gitmiş görünmesine karşı oluşan tepkilere sahip çıkan ve bu tepkileri istismar eden siyasi partiler ya da siyasetçiler prim yapıyor bu ortamda. Bu muhalif siyasetçilerin mevcut düzene ya da politikalara tutarlı alternatifler sunmaları da gerekmiyor, prim yapmaları için.
Dış destekli bir programla sağlıklı ekonomik büyüme yolunda ilerlemeye çalışan, ancak bu yolun henüz orta yerinde bulunan Türkiye’nin hedefe varmasını bu tür "tepkici siyaset"in öne çıkması engelleyebilir. Ekonomimizin önündeki en büyük risk de budur.