Osman Ulagay

Osman Ulagay

oulagay@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları
Haberin Devamı


Bizim geleneğimizde devletçi ekonomi var, onun için ekonomi deyince önce devlete bakıyoruz. Osmanlı döneminde, giderek siyasi güç de kazanabilecek bir sermaye sahibi sınıfın, yerli bir burjuvazinin gelişmesi istenmediği için, ekonomide devletin yapamadığı işlevleri azınlıklar üstlenmişti. Osmanlı’nın son döneminde, İttihat ve Terakki’nin bir yerli burjuvazi yaratma çabalarının başarısı da sınırlı kalmıştı.
Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında yeniden bu yola girildi ve ekonomiye sahip çıkarak ülkeyi kalkındıracak bir milli burjuvazi yaratmak için kollar sıvandı. Geçenlerde yayınlanan Türkiye İş Bankası Tarihi’nin de belgelediği gibi bu amaçla çeşitli yollar denendi. Ne var ki 1929’da dünyada büyük bir ekonomik kriz patlaması, Türkiye için de bir acil durum yarattı ve devletin ekonomideki öncülüğü üstlenmesi gerekti. Daha sonra gündeme gelen 2. Dünya Savaşı konjonktürü de bu ihtiyacı pekiştirdi ve Türkiye tek parti yönetiminden çıktığı 1950’lere kadar devletçi bir ekonomiyle geldi.
1950’de iktidara gelen Demokrat Parti’nin özel sektör yanlısı bir söylemi vardı ama uygulamada devletin ekonomideki belirleyiciliği DP döneminde de sürdü. Aslında 1980’e kadar Türkeyi’de geçerli olan modele devletin belirleyici olduğu bir karma ekonomi denebilirdi. Bu ekonomide kurları, faizleri ve temel madde fiyatlarını devlet, yani hükümet belirliyordu.

1980 dönemeci
Türkiye piyasaların işlevinin arttığı ve piyasa ekonomisinin kurumlarının gelişmeye başladığı bir ekonomiye 1980’den sonra geçti. Ekonominin dışa açılması ve piyasaların dünya piyasalarına eklemlenmesi de aynı dönemde gerçekleşti. Ancak bu açılım bile devletin ekonomideki rolünü fazla sınırlayamadı. Devlet üretimden büyük ölçüde çekilirken iç tasarrufların önemli bölümüne el koyarak borçlanma piyasasını tekeline aldı ve mali piyasaların gözü hep devletin üstünde oldu. Günlük yaşamında dövizle ve faizle ilgilenmeye başlayan vatandaşın gözü de hep hükümetlerin kararlarına takılı kaldı.
Bu tarihsel süreç içinde özel firmaların ekonomideki ağırlığı büyük ölçüde arttı fakat halkın kafasındaki inanç yeterince değişmedi. O devlete bakmaya devam etti. Ekonominin iyiye ya da kötüye gitmesinin, her şeyden önce o ekonomiyi oluşturan firmaların performansıyla ilgili olduğu henüz yeterince anlaşılamadı.

Firmaların önemi
Bugün zengin, gelişmiş ülkelerdeki medyada yer alan ekonomi haberlerine baktığınızda bunların yüzde 95’inin firmalarla ilgili olduğunu görürsünüz. Bir ülkedeki sanayi kuruluşlarının, bankaların, çeşitli hizmetleri üreten kuruluşların başarısı ya da başarısızlığı o ülke ekonomisinin başarısını belirler. Halkın refah düzeyi de buna göre belirlenir.
O halde biz de ekonomimizin gelişmesini, halkımızın refah düzeyinin yükselmesini istiyorsak her şeyden önce firmalarımızın performansına bakmak zorundayız. Her ülkenin kendine özgü işadamı yapısı, iş yapma anlayışı ve firma kültürü, firmaların başarısı için farklı şartların oluşmasını gerektiriyor. Türkiye’de özel sektör yüksek enflasyon ortamında çalışmaya alıştığı için enflasyonla mücadele dönemlerinde uyum sorunları yaşıyor. Ayrıca dalgalı kur uygulamasına da yabancı. Bu nedenle, firmalarımızın bu geçiş döneminde başarılı olmaları için neler yapmamız gerektiğini düşünmemizde yarar var gibi geliyor bana.