Bir ülkenin uyguladığı döviz kuru rejiminin ülke ekonomisinin kaderini belirlemede ne denli önemli olduğunu biz de yaşayarak öğreniyoruz. 2000 yılı başından itibaren uygulamaya çalıştığımız "kur çapası"na dayalı kur rejiminin 22 Şubat 2001’de çökmesine kadar geçen sürede o rejimin artı ve eksilerini öğrenmeye başlamıştık. Şimdi ise 22 Şubat sonrasında benimsemek zorunda kaldığımız "dalgalı kur" rejiminin ne getirip ne götüreceğini tartışıyoruz. Bu arada dikkati çeken olgulardan biri, "kur çapası"na dayalı rejim uygulanırken sızlanmaya başlayan bizim iş aleminin şimdi de "dalgalı kurödan şikayetçi olması ve doların, markın fiyatının nerede duracağını hiç kestiremediği için geçen yılki kur rejimini özlemeye başlaması.
"Dalgalı"ya mahkûmuz
IMF Başkan Yardımcısı Stanley Fischer’ın da belirttiği gibi, bugün bulunduğumuz noktada, biraz da hatalı bir çeviriyle "dalgalı kur" diye adlandırdığımız kur rejiminin (daha doğru bir çeviri geçenlerde Ege Cansen dostumuzun anımsattığı gibi, "yüzer kur" olabilirdi) bir alternatifi yok bizim için.
Sermaye hareketleri serbestisinin korunduğu ve ülkeden sermaye çıkışının sürdüğü bir ortamda Türkiye’nin herhangi bir kur hedefi belirleyip bu hedefi savunması olanaksız görünüyor.
Bu nedenle asgari güvenin sağlanacağı noktaya gelene dek, "dalgalı kur" rejiminin, para otoritesinin hiçbir kur hedefini savunmak zorunda olmadığı "serbestçe dalgalanma" türüne mahkum durumdayız.
"Dalgalı kur" modası
Ancak bugünkü güven bunalımı noktasının (inşallah!) aşıldığı noktada hangi kur rejiminin Türkiye ekonomisi için daha uygun olacağını ayrıca tartışmamız gerekiyor.
Aslında bu konu son yıllarda dünya ekonomi yazınında en yoğun tartışılan konulardan biri. Uygulanan kur rejimlerini üç ana gruba ayırırsak, "sabit kur" rejimleriyle "dalgalı kur" rejimlerinin bu gruplamada iki ucu oluşturduğunu, bazen "ara rejimler" denen "kur çapalı" rejimlerin ise bu iki uç arasında yer aldığım görüyoruz.
Son on yıldaki eğilimlere bakıldığında dünyada "ara rejim" uygulayan ülkelerin sayısında ciddi bir düşüş olduğunu, buna karşılık "dalgalı kur" rejimlerini uygulayan ülke sayısının arttığını görüyoruz.
Yalnızca "emerging market" ("yeni gelişen pazar") diye tanımlanan ülkeler grubuna baktığımızda "ara rejim" uygulayan ülkelerin oranının 1991’de % 64’ten 1999’da % 42’ye düştüğünü, buna karşılık "dalgalı kur" rejimleri uygulayanların oranının 1991’de % 30’dan 1999’da % 48’e yükseldiğini görüyoruz.
Bu eğilimin halen sürdüğünü de hesaba katarak, sermaye hareketlerindeki aşırı dalgalanmaların finansal istikrarsızlığı küresel boyutta artırdığı ortamda "dalgalı kur" rejimlerinin giderek moda haline geldiğini söylemek mümkün.
Şoklara karşı
"Dalgalı kur" rejimlerinin en büyük özelliği, özellikle istikrarsız ortamlarda hükümetleri belli bir kur hedefini spekülatörlere karşı korumak gereğinden ve bu amaçla büyük döviz rezervi biriktirmek külfetinden kurtarması ve para politikasında tam özgürlük sağlaması.
Buna karşılık, özellikle mali piyasaların sığ ve azgelişmiş olduğu ülkelerde "dalgalı kur" rejiminin aşırı dalgalanmalara yol açtığı ve istikrar sağlamaya yönelik çabaları zorlaştırabildiği görülüyor.
Devlet Bakanı Kemal Derviş, kurda "ara rejimölerin tehlikeli olduğunu belirterek "dalgalı kur"u savunuyor ve bugün için bu doğru ama "dalgalı kur" rejiminin, özellikle bugünkü uygulanış biçimiyle, Türkiye için kalıcı bir çözüm olup olmadığını ayrıca tartışmak gerekiyor.Farklı kur rejimlerinin farklı konumlardaki ülkelere ne getirip ne götürdüğünü ve bu konudaki tartışmaları gelecek hafta ele alacağız.
Türkiye’de sanayi üretiminin haziran ayında % 10.4’lük bir gerileme göstermesi "reel sektör çöküyor" diyenlere yeni malzeme sağladı. Güven bunalımı aşılamadığı için ekonomiden ve mali sistemden para çıkışının hala sürdüğü, iç talebin çöktüğü ve artan girdi maliyetlerinin üretimi caydırdığı bir ortamda sanayimizdeki sorunları küçümsemek olanaksız. Ancak bunun yalnızca bize özgü bir olay olduğunu düşünerek moralimizi daha da fazla bozmayalım. Şu anda küresel ekonomide bir reel sektör krizi yaşanıyor ve Singapur’dan Polonya’ya ve ABD’ye kadar çok farklı nitelikteki ülkelerde sanayi üretimindeki düşüşler adeta bir salgın gibi yaygınlaşıyor. Örneğin ABD’de bilgi teknolojisi sektörlerinde yaşanan ani yavaşlama bu sektörlere bağımlı olan Asya ülkelerinde sanayi üretimini hızla aşağı çekiyor.
Genelkurmay’ın Mesut Yılmaz’a cevaben yayımladığı bildirinin en "takdire şayan" bulunan maddelerinden birinde "ekonomimizin iflas noktasına geldiği ve ekonomiyi bu hale getirenler hakkında en ufak bir işlem yapılmadığı" belirtiliyordu.
Bildiriyi yazanların aklından ne tür bir "işlem" geçiyordu bilmiyorum ama bu ifadeyi görünce benim aklıma garip şeyler geldi. Türkiye’deki tüm futbol stadyumları kaç yüz bin kişi alırdı ve bu kapasite, ekonomiyi bu hale getirenleri, haklarında işlem yapılmak üzere gözaltına almak için yeterli olur muydu acaba? Ekonomimizin bu hale gelmesinde önemli ölçüde pay sahibi olan tüm işadamlarını, yöneticileri, bürokratları ve siyasetçileri ve tabii onlara akıl hocalığı yapan ekonomistleri derdest edip, bireysel tercihleriyle ve davranışlarıyla ekonominin bu hale gelmesine yol açan tüm vatandaşları da bu listeye eklediğimizde korkarım değil statlar Hazine arazileri bile almaz bu milyonlarca kişiyi.
Bizimki gibi piyasa ekonomisinin geçerli olduğu, herkesin kendi kararlarıyla ve eylemleriyle ekonominin gidişatına katkıda bulunduğu bir ülkede yalnızca bir grup siyasetçinin ya da işadamının ekonomiyi iflasa sürüklediğini sanmak biraz safça bir yaklaşım. Türkiye ekonomisinin bugün bu çıkmazlara sürüklenmesinde siyasetçilerin büyük payı olduğunu ben de defalarca yazdım bu köşede ama sorun ondan ibaret değil. Krizden çıkış yolu ararken her kesimin kendi yanlışlarını görmesi ve gidermeye yönelmesi lazım.
Kanada’nın Edmonton kentinde yapılan Dünya Atletizm Şampiyonası uyku saatlerimden epeyi çaldı geçen hafta ama bu vakti televizyon başında geçirdiğime hiç de pişman değilim. Atletizm yarışmalarını izlemek her zaman büyük zevktir benim için bana. İnsanın bedensel kapasitesinin sınırlarını belirleyen sportif yarışma türleri arasında atletizmin yerini başka hiçbir spor alamayacağını düşünürüm dünyanın önde gelen atletlerinin yarışmasını izlerken.
Bu atletler arasında bizim gençlerimizin bulunmaması ise hep hüzün verir bana. Edmonton’daki yarışmalara da üç atletle katıldık ve bunlardan yalnızca Süreyya Ayhan bir varlık gösterebildi Şimdi kriz ortamında yeniden yapılanmaya zorlanan Türkiye atletizmde atılımı da öncelikli hedefleri arasına almalı.