Geçen haftanın birkaç gününü Londra'da geçirdikten sonra cuma günü yurda dönerken bizim gazetelere şöyle bir göz atınca, kriz tutkunu ülkemi ne kadar çok özlediğimi farkettim.
İngiltere'de, Başbakan Blair'in kendi partisi içinde çıkan isyanlar dışında gündemi işgal eden konular, futbolcu Beckham'ın Real Madrid'e transferi ve roman kahramanı Harry Potter'ın son serüvenlerinden ibaret olduğu için eni konu sıkılmışım üç gün içinde. Bizim gazeteleri açıp da kimi bakanlarımızın rol aldığı kriz muhabbetini görünce rahatladım, "İyi ki Türkiye var" diye geçirdim içimden.
Evet ne olmuş Türkiye'de? Döviz kurlarındaki ve dış ticaretteki gelişmeleri kaygıyla izleyen bir bakanımız (Sayın Kürşat Tüzmen) "Şu anda kriz söz konusu değil ama öncü sinyalleri geliyor", demiş. Bu ifadeye Londra'dan cevap yetiştiren bir diğer bakanımız (Sayın Ali Babacan) ise "Türkiye artık kriz edebiyatını geride bırakmalı", diye konuşmuş.
Sayın Babacan'a hak vermemek olanaksız; gerçekten de dünyada "kriz" sözcüğünün bizdeki kadar sık kullanıldığı, ekonomik kriz beklentisinin bu kadar sürekli olduğu başka bir ülke var mı bilmiyorum. Tabii 1994'ten bu yana çok sık krize girmiş olmamızın da etkisi var bunda ama bugün gelinen noktada "kriz" sözcüğü artık iyice işportaya düşmüş durumda.
Kriz sendromu
Yaşamakta olduğumuz bu "kriz sendromu"nun nedenleri derinlerde galiba. Faizlerin ve döviz kurlarının düşmesi, ekonomide canlılık belirtilerinin artması aslında kriz beklentisi yaratması gereken olumsuz gelişmeler değil. Tam tersine bir güven ortamının oluşmaya başladığını gösteren, olumlu algılanması gereken gelişmeler. Ancak yakın geçmişte bunun gibi olumlu sinyallerin alındığı günleri krizlerin izlediğini unutmayanlar, bu olumlu havanın kalıcı olacağına da kolay inanamıyorlar. Bu düşünce tarzının ardında yatan temel kaygı ise şu: Çoğu kimse bizi sıkça krizlere sürüklemiş olan temel hastalığın atlatılmış olduğuna inanmış değil. İktidarın yapısı ve tavrı bu inancı oluşturmaya yetmediği gibi devletin bütçesindeki gelişmeler de buna olanak bırakmıyor. IMF'nin ve uluslararası piyasaların yakından izlediği bütçe verileri hiç de iç açıcı görünmüyor. Güngör Uras ve Hurşit Güneş, bu yılın ilk beş ayında vergi gelirlerinin bütçedeki faiz giderini karşılamaya yetmediğini ve faiz dışı fazla hedefinin tehlikeye girdiğini kendi köşelerinde ortaya koymuşlar.
Ekonomiyle ilgili tüm gelişmeler ve Ak Parti hükümetinin performansı dış dünyada da yakından izleniyor kuşkusuz. EIU (Economist Intelligence Unit) tarafından yapılan ve 2004 yılını Türkiye için yeni bir kriz yılı olarak gösteren değerlendirme karamsar bakış açısının bir örneği. Aldığım duyumlara göre, Sayın Ali Babacan'ın geçen hafta Londra'da yaptığı konuşmanın da, finans dünyasındakilerin kafalarında düğümlenen kaygıları pek gideremediği anlaşılıyor. IMF ile ilişkilerin ite kaka götürülmesi ve hükümetin bu ilişkinin özünü kavramamış görünmesi de bu kaygıları besliyor.
IMF'den kurtulsak mı?
Tam bu ortamda "IMF'den kurtulma" tartışmasının Sayın Başbakan ve kimi hükümet üyelerinin katkısıyla gündeme gelmesi, konunun özünün pek kavranmamış olduğunu gösteriyor. Özellikle 2001 krizinden bu yana dış kaynak ihtiyacının büyük bölümünü, başka hiçbir seçeneği kalmadığı için, IMF'den sağlayan Türkiye'de devleti yönetme noktasına gelenler, IMF'yi "para bulan bir yer" olarak görüyorlar adeta. Sanki o parayı başka bir yerden bulsalar hemen IMF ile ilişkiyi koparıp onun giydirmeye çalıştığı dar ceketi parçalayıp atacaklar, böylece halkımız ve ekonomimiz özlediği rahata kavuşacak(!)
IMF'nin yerine getirilmesini istediği koşulların, kendi mantığı içinde, sürdürülebilir bir ekonomik büyümenin yolunu açmayı hedeflediği tamamen gözardı ediliyor bu yaklaşımda. Önümüzdeki iki yılda IMF'ye yapılması gereken geri ödemelerin yılda 20 milyar dolar mertebesinde olduğu da unutuluyor zaman zaman. Ekonomideki hastalık ve kafalardaki algılama zaafiyeti sürerken kriz beklentisinin süreklilik kazanması normal belki de.