Osman Ulagay

Osman Ulagay

oulagay@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları
Haberin Devamı


Gaziantep Türkiye’nin sanayi üretiminin % 5 - 6’sını, ihracatın % 9’unu gerçekleştiren önemli bir sanayi kenti. Sanayi sektöründe çalışanların sayısının kriz öncesinde 110 bini aştığı, ancak kriz nedeniyle en az 20 bin kişinin işini yitirdiği belirtiliyor. Antep’te sanayi üretimindeki düşüşün de, DİE’nin son milli gelir tahminlerinde Türkiye geneli için açıkladığı rakamın çok üzerinde, yüzde 20 dolayında olduğu tahmin ediliyor. Antep’te kurulu sanayiin önemli bölümünün ara mal üretmekte olması, burada saptanan daralmanın diğer sanayi sektörlerindeki daralmanın bir yansıması olduğunu da düşündürüyor. Gaziantepli sanayicinin her zaman umudu temsil ettiğini belirten Gaziantep Sanayi Odası Başkanı Nejat Koçer bile şu an için iyimser olamıyor ve krizin aşılmakta olduğu sinyalinin henüz alınamadığını söylüyor.
Antepli sanayici ve işadamlarına göre üretimin canlanması için (1) Güven ortamının sağlanması, (2) Döviz kurunun tahmin edilebilir olması, (3) Banka sisteminin ve Eximbank’ın sanayiciyi desteklemesi çok önemli. Gaziantep Sanayi Odası Meclisi Başkanı ve Sanko Grubu’nun Yönetim Kurulu Başkanı Abdülkadir Konukoğlu, özellikle KOBİ’leri yaşatmak için kredi desteği sağlanmasının çok önemli olduğunu, her şeyden önce bunun gerçekleşmesini öneriyor.
Zordaki şirketlerin birleşerek ya da ortak alarak yaşama şanslarını artırmaları konusunda da pek ümitvar konuşmuyor Nejat Koçer, bu tür birleşmeleri özendiren hiçbir adım atılmadığını belirtiyor.

Milliyet kervanı ile Güneydoğu Anadolu’ya giderken kafam hayli karışıktı, ekonomik krizle birlikte içine sürüklendiğimiz labirentten bir çıkış yolu var mı diye düşünürken iyice bunalmıştım zaten. Mardin, Diyarbakır, Şanlıurfa ve Gaziantep’te çeşitli kesimlerden insanları dinleyince kafam daha beter karıştı; Türkiye’nin sorunlarına çözüm üretmenin ne kadar zor olduğunu, ne kadar çok şeyin birden değişmesi gerektiğini fark ettim bu dört gün içinde. Değişimi gerçekleştirmenin faturasının ne kadar ağır olabileceğini daha iyi anladım ve sorunların karmaşıklığı karşısında kendimi fevkalade yetersiz ve donanımsız hissettim. Bu yazıyı yazmak bile anlamlı mı acaba diye düşündüm bir an için ve sonunda gözlemlerimi, bölük pörçük de olsa, sizlerle paylaşmaya karar verdim.

Barış mı, çatışma mı?
31 Ağustos günü Şanlıurfa’ya gitmek üzere Diyarbakır’dan çıkarken, apartman bloklarının arasında kalan alanda toplanmış olan büyükçe bir kalabalıkla karşılaştık. Sayıları binlere varan bu insanlar 1 Eylül günü Ankara’da yapılacak "Barış Günü" şenliklerine katılmak amacıyla burada toplanmışlardı; HADEP’in düzenlediği bir konvoyla yola çıkmak için kızgın güneşin altında bekleşiyorlardı. İçlerinden bazıları, araç temininde resmi otoritenin tavrı nedeniyle bazı zorluklarla karşılaşıldığını belirtiyordu. Dikkat çekici olan, kadını, çocuğu, genci ihtiyarı, o alanda konuştuğumuz herkesin "barışötan söz etmesiydi. 30 Ağustos günü Diyarbakır ilinin yetkileriyle görüştüğümüzde onlar da sık sık "normalleşme"den söz etmişler, futbolun yarattığı dayanışmanın ve işsizliği azaltmanın önemini vurgulamışlardı.
Bizim oradan ayrılmamızdan birkaç saat sonra alanda toplanan kalabalıkla güvenlik güçleri arasında olaylar çıktığını, copların ve taşların kullanıldığını, birçok kişinin gözaltına alındığını aynı günün akşamı Şanlıurfa’da öğrendik. Ne olmuştu o dillerden düşmeyen "barış" ve "normalleşme" söylemine? Yoksa her iki taraf da samimi değil miydi bizimle konuşurken? Bütün o söylemin ardında, karşılıklı olarak hala aşılamamış olan bir güvensizlik barajı mı gizliydi aslında?

Güven sorunu
Yaşamakta olduğumuz ekonomik krizin nedenleri sayılırken "güven" sorunu üzerinde çok duruldu. Bu ülkeye 19 Şubat depremini yaşatan bu hükümete güven duyulmadığı, bu nedenle herkesin varını yoğunu dövize bağlayarak kendini güvenceye almak istediği çok söylendi. Gaziantep’te sanayici ve işadamlarıyla görüşürken hükümete duyulan güvensizliğin hala çok gündemde olduğunu gördük. Üretimdeki gerilemenin nedenlerini sorduğumuzda hemen herkes önce "güven eksikliği"ni, hemen ardından da "döviz kurlarının belirsizliği"ni sayıyordu.
Benim burada vurgulamak istediğim "güven sorunu" ise bundan ibaret değil. Güneydoğu illerimizi gezerken Türkiye’nin çok daha yaygın bir "güven sorunu" yaşamakta olduğunu görüyorsunuz. Sanki kimse kimseye güvenmiyor bu bölgede. Milliyet mensupları olarak bize en çok sorulan soru "neden geldiniz?", oldu. Salt onları dinlemek, sorunlarını öğrenmek için yollara düştüğümüze inanamıyordu çoğu kimse. Ayrıca, uzun bir süre terörle ve terörü önlemek üzere güvenlik güçlerinin kurduğu düzen içinde yaşamış olan insanlarda hala bir ürkekliğin, "bir laf edersem başıma ne gelir" kaygısının izleri var. Ağalık düzeninin ve aşiret bağlarının getirdiği sınırlamalar da bunlara eklendiğinde buradaki insanların özgürlük alanının, girişim alanının, tercih yapma olanaklarının ne kadar sınırlandığı ortaya çıkıyor.
Bu ortamda girişimciliği özendirmek, bu bölgelere dışarıdan yatırım çekmek ve ekonomik hayatı canlandırmak fevkalade zor görünüyor. Buna kalkışan da çoğu kez belasını buluyor.

Kaçak elektrik komedisi
Mardin, Diyarbakır ve Şanlıurfa’da en sık dile getirilen şikayetlerden biri de çok sık yaşanan elektrik kesilmeleri ve voltaj düzensizliği idi. Evlerde kullanılan elektrikli araçlar bu nedenle ikide bir arıza yapıyor, çiftçilerin kullandığı kuyudan su çekme motorları sık sık yanıyordu. Yetkililer ise bunun başlıca nedenlerinden birinin çok yaygın kaçak elektrik kullanımı olduğunu ileri sürüyorlardı. Örneğin Şanlıurfa’da kaçak kullanım oranının % 74’e vardığı belirtildi. Kaçak ve tabii bedava elektrikle kuyu sularını ısıtarak kullanan ve ahırlarını elektrikle ısıtan köylüler vardı. Bunları bize anlatan üst düzeydeki yetkiliye "pekiyi bu nasıl önlenir?", sorusunu sorduğumuzda bunun pek mümkün olmadığını öğrendik. Şimdi kim haklıydı, kim suçluydu burada? Kimin kimi şikayete hakkı vardı? Böylesine laçkalaşmış bir düzende hangi kaynakla hangi atılım yapılabilirdi?
"Gel de çözüm üret bakalım böyle bir ülkede" derken ve aczimi itiraf ederken haksız mıyım sizce?

Türkiye çok yüksek oranlı bir devalüasyon yaşadı bu yıl. Bunun da etkisiyle dış ticaret açığı bu yıl hızla kapanıyor, cari işlemler dengesinin hatırı sayılır bir fazla vermesi bekleniyor. Bunlar dışardan bakıp Türkiye’nin kur riskini hesap edenler açısından olumlu göstergeler. Bu bağlamda izlenen bir gösterge de ülkelerin toplam dış borcunun toplam mal ihracatına oranı. Bu sıralamada toplam dış borcu 107 milyar dolar olan Türkiye, ne yazık ki en yüksek riskli 4. ülke konumunda. Türkiye’den daha riskli olan ülkeler ise toplam dış borcu 150 milyar dolar olan Arjantin, 240 milyar dolar olan Brezilya ve 28 milyar dolar olan Peru.