Prof. Dr. Mahmut Özer

Prof. Dr. Mahmut Özer

mahmutozer2002@yahoo.com

Tüm Yazıları

Aliya İzzetbegoviç (1925-2003) 20.yüzyılın en büyük liderlerinden olmanın ötesinde düşünceleriyle de öne çıkmış Bosnalı bir filozoftur. Düşünce adamlığı ile devlet adamlığı birbirini beslemiş ve bu nedenle de ‘Bilge Kral’ olarak istisnai bir konumla anılmıştır. Avrupa’nın göbeğinde Osmanlı’dan tevarüs eden tarihsel mirasa dayalı yeni bir dil inşa etmenin ağır yükünü omuzlarına alarak ömrünün önemli bir kısmını bu minvalde okuyarak, düşünerek, yazarak ve gençlerle küçük bir ağ oluşturup bu ağı sürekli besleyerek geçirmiştir.

Haberin Devamı

İki kez düşünceleri nedeniyle hapis yatar. Birincisi 1946 yılında gerçekleşir ve 3 yıl hapis yatar. İkincisi ise 1980’li yıllarda 6 yıl hapis yattığı daha uzun bir dönemdir. Sanki 1990’dan önceki yaşamı, 1990’lı yıllarda yaşanan savaşa bir devlet adamı/kurucu lider olarak hazırlık dönemidir. Aslında 1990’lı yıllarda yaşanan tam olarak bir savaş da değildir, tam tersine Bosna’nın abluka altına alınarak dünyanın gözü önünde ve Avrupa’nın göbeğinde sahnelenen bir katliam, bir soykırımdır. Böylesi bir durumda dahi ahlaki duruşunu bozmayan Aliya, Bosna’nın kurtuluşu için hem cephede hem de diplomaside büyük çaba sarf eder. Bu nedenle Aliya’nın tarihe tanıklığı sadece o dönemi değil, ayrıca günümüzü anlamak için de çok önemli bir şahitliktir (Tarihe Tanıklığım, Klasik, 2003). 

Aliya’nın en öne çıkan özelliği düşünceleri ile davranışları, tutumları ve tavır alışlarındaki tutarlılıktır. Cezaevi sürecini bu tutarlılığın ilk sınaması olarak değerlendirir: ‘…Ben kahraman değilim, bu sadece belirli bir tutarlılık meselesiydi. Hayatımız boyunca belirli şeyler söylersiniz, onu düşünür ve ona inanırsınız ve sonra sınav anı gelir çatar. İslam’ın öğretilerinden biri (ki birçokları bunu en önemlisi kabul ederler), kişinin başına gelen her şeyi Tanrı’nın iradesi olarak kabul etmesi gerektiğidir. Gerçeği söylemek gerekirse, önceleri bunun hakkında fazla düşünmemiştim fakat ömrümün geri kalanını hapiste geçirme ve mücrimler arasında ölme ihtimaliyle yüz yüze gelince kendime alt sınırı hatırlattım: bir nebze tutarlılık…’(sh.56).

Haberin Devamı

Bu dönem yoğun okumaların yapıldığı, dergilerin çıkartıldığı ve kitapların yazıldığı bir dönemdir. Aliya gençliğinden beri yoğun okuma yapmaya devam eder. Özellikle Batı düşüncesini çok yakından takip eder: ‘…Ben bu şekilde Dostyoveski’nin ve Tolstoy’un külliyatını, Kant’ın eserlerinin de neredeyse tamamını okudum. 19 yaşımda Saf Aklın Eleştirisi’ni okudum…Bergson da okuduğum önemli yazarlardan birisidir…’(sh.484).

Aliya 1970 yılında 40 sayfalık İslam Deklarasyonu’nu yayımlar. Bu metin odağına Yugoslavya’yı değil, Müslüman dünyasını alır ve Aliya’nın ifadesiyle, ‘…Deklarasyon’un ana fikri, Müslüman kitlelerin imgelemini ancak İslam’ın yeniden canlandırabileceği ve onları bir kez daha kendi tarihlerinin aktif katılımcıları olmaya muktedir kılabileceği idi…’(sh.30). Dahası, mevcut sorunlara da bu minvalde çözümler öneriyordu: ‘Otoriter yönetimleri lanetliyor, eğitime daha fazla yatırım yapılmasını talep ediyor ve kadınlar için yeni bir pozisyonu, şiddetten kaçınmayı ve azınlık haklarını savunuyordu.’ (sh.30).

Haberin Devamı

Aliya’nın İslam ile ilgili tavrı nettir. Mahkemede de bu net duruşunu sürekli tekrar eder: ‘Bu itibarla beyan ederim ki: Ben bir Müslümanım ve öyle kalacağım. Kendimi dünyadaki İslam davasının bir neferi olarak telakki ediyorum ve son günüme kadar da böyle hissedeceğim. Çünkü İslam, benim için güzel ve asil olan her şeyin diğer adı; dünyadaki Müslüman halklar için daha iyi bir gelecek vaadinin ya da umudunun, onlar için onurlu ve özgür bir hayatın, kısacası benim inancıma göre uğrunda yaşamaya değer olan her şeyin adıdır’(sh.50). Aliya’nın vurguladığı gibi sorunların çözümünde İslam’ı odağa almasını Batı asla affetmedi (sh.30).

Aliya’nın en temel eseri bilindiği gibi ‘Doğu ve Batı Arasında İslam’dır. İlginç olan böylesi temel bir eserin ilk taslaklarını 21 yaşında yani 1946 yılında yazabilmesidir: ‘…Aslında onu çok daha önce, 1946’da hapsedilmemden hemen önce yazmış olduğumu söyleyebilirim. El yazması 20 yıldan fazla bir süre saklı kaldı…’(sh.30). Kitap ilk kez 1984 yılında, Aliya hapishanedeyken yayımlanır. Bu eseri ile günümüz meselelerini İslami bir bakış açısıyla kapsamlı bir değerlendirmeye tabi tutar. Kitap geleneksel bir bakış açısının ötesinde Batı’nın en temel eserlerinde ortaya konan düşüncelere yer vererek yeni bir bakış açısı sağlar. Eser, üslubu, olayları ele alış biçimi, sağladığı bakış açılarıyla Doğu ve Batı’yı bir arada değerlendiren bir manifestodur ve halen güncelliğini korumaktadır.

İkinci hapishane döneminde daha çok okuma yapar ve düşüncelerini yoğunlaştırarak ‘hayat ve kader, din ve siyaset, okuduğum kitaplar ve yazarları hakkındaki ve iki binden fazla uzun gün ve gece boyunca bir mahkûmun aklına gelebilecek diğer bütün şeyler hakkındaki düşünceler’ini 1999’da yayımlanan ‘Özgürlüğe Kaçışım’ kitabında bir araya getirir. Aslında bu kitap aynı zamanda ‘Doğu ve Batı Arasında İslam’ kitabındaki konuların yeniden ele alınması, güncellenmesi ve genişletilmesini de kapsar.

Aliya hem Doğu’ya hem de Batı’ya karşı nettir. Sorunların çözümünde nasıl odak İslam ise Batının kazanımlarının da önemli olduğunu sürekli vurgular. Zaten yaşanan coğrafya da bunu dayatır. Bosna özel bir yerdir. Avrupa’nın kazanımlarına coğrafi olarak açık olan Bosna, Aliya ve arkadaşlarının girişimiyle Osmanlı ve nihayetinde İslam geçmişiyle de tekrar buluşabilme ve yeni bir dil üretme yeteneği kazanmıştır. Bu nedenle kendisini ‘Avrupa’lı bir Müslüman’ olarak tanımlar: ‘…İki dünyayı birbirinden ayıran Büyük Sınır üstünde yer alan tipik bir ülkeyiz biz. İnancımız Doğu’dan, eğitimimiz Avrupa’dandır. Kalbimiz bir dünyaya, aklımız bir başka dünyaya aittir. Bunun içinde bir affedicilik ve iyilik mevcuttur. Eğer dürüst kimseler isek, kabul etmeliyiz ki, Bosnalı insanlar sürekli kendilerine kim olduklarını, hangi dünyaya ait olduklarını sormaktadır. Benim bu soruya cevabım şudur: Ben Avrupalı bir Müslümanım. Bu tanımdan da gayet memnunum.’ (sh.526). Aliya, bu minvalde almaya da vermeye de açıktır: ‘…Ama yarışmak için önce kendi kimlik bilincimizi güçlendirmemiz gerekir. Bilinçli Müslümanlar kendilerine ait değerleri unutmadan, vermeye de almaya da hazırdırlar.’ (sh.543)

1989’da hapishaneden çıktığında ülkenin dağılma potansiyelini göz önüne alarak bu geçiş dönemini yönetebilmek için arkadaşlarıyla yeni bir parti kurma çalışmaları yürütür ve bir yıl sonra Demokratik Eylem Partisi (SDA)’ni kurarlar. Partinin hedefi açıktır: ‘…Parti, Bosna ve Hersek’teki Müslüman halkı bir araya getirmeyi ve siyasi olarak eşgüdümlemeyi hedeflemesinin yanında, tüm Yugoslavya Müslümanlarının, yani aynı zamanda Sırbistan’daki, Karadağ’daki, Kosova ve Makedonya’daki Müslümanların da partisi olmaya talipti…’(sh.75). Ve Kasım 1990’da seçimlerden zaferle çıkar.

Hırvatistan ve Slovenya’nın ayrılmasıyla Yugoslavya parçalanır. Aliya bir yol ayrımındadır: ‘…Slovenya ve Hırvatistan’ın içinde yer almadığı bir Yugoslavya’da kalmayacağımızı çünkü onun artık Yugoslavya değil, Büyük Sırbistan olduğunu ilan ettik…’(sh.109). Bu bağlamda çözüme yönelik girişimler neticesiz kalır ve 1992’de Sırpların saldırısı ve kuşatması başlar. Sırpların güçlü bir ordusu ve yeterli cephanesi varken Bosna savunmasızdır. Savaşın başlangıcında ordusu olmayan bir devletin Cumhurbaşkanıdır Aliya: ‘Eğer klasik savaş iki ordu arasındaki bir çatışma anlamına geliyorsa, Bosna’daki savaş ilk evrelerinde klasik savaş değildi. Güçlü bir savaş makinesinin silahsız bir halka saldırısıydı. Hedef, Büyük Sırbistan’ı yaratmaktı.’ (sh.144)

Savaş için donanımdan yoksun olan Bosna’ya karşı her türlü donanıma sahip Sırpların saldırısı güç olarak asimetrik bir dağılım ortaya çıkartır. Dolayısıyla yaşanan karşılıklı bir savaştan ziyade, tek taraflı bir saldırı ve bu saldırıya karşı Bosnalı Müslümanların donanımdan yoksun direnişidir. Bu acımasız durumu daha da vahimleştiren ve Sırpları teşvik eden Batı’nın sessizliğidir: ‘…Avrupa, tahmin edileceği üzere buna tepki göstermedi. Sırp tehditlerine gözlerini kapattı; bu, onun utanç verici sessizliği olan şeyin başlangıcıydı. Sırp aşırılar çok daha fazla teşvik edilmiş oldular.’(sh.129-130). Dahası, silah ambargosu ile bu asimetrinin bozulması önlenerek katliamların önü açılmıştır. Aliya Batı’nın başlangıçtaki müdahalesinin ahlaksızlığının asla unutulmaması gerektiğini 17 Mart 1995 tarihli Alman Dış Politika Derneği’ndeki konuşmasında sert bir şekilde ifade eder: ‘...Uluslararası kamuoyu bu savaşa müdahale etmiştir, ama olmaması gereken şekilde. Bunun asla unutulmaması gerekir! Müdahale, uygulamada yalnızca saldırının kurbanını etkileyen bir silah ambargosu yoluyla yapılmıştır. Dünya askeri müdahale yoluyla bize yardım edeceği, bizi silahlandıracağı yerde tam tersini yapmıştır. Saldırıya uğramış olan ülkenin silahlanmasını yasaklamış, bizi en meşru, en tabii hakkımız olan nefsi müdafaadan mahrum bırakmıştır.’(sh.504)

Batı’nın müdahaleleri sürekli Bosna’nın aleyhine işlemiştir. Srebrenica’da yapılan katliam da böyle bir müdahale ile yaşanmıştır: ‘…BM Srebrenica’yı güvenli bölge ilan etmişti. Yalnız bu da değil. Srebrenica’nın askerden arındırılması konusunda bizi ikna ettiler. Ordumuz da buna dayanarak silahlarını BM’ye teslim etti. Ne oldu bundan sonra, Srebrenica kendi kaderine terkedildi. II.Dünya Savaşından sonra insanlığın görüp görebileceği en büyük suç burada işlendi. Bence bu yüz karasıdır, hıyanettir. Genç bir adamken Oswald Spengler’in Batı’nın Düşüşü’nü okumuştum. Uzun süre bu kitapta okuduklarımın etkisi altında kalmıştım. Sonra kendimi rahatlatmak için Batı’nın düşüşünün yalnızca bir ütopya olduğuna karar vermiştim. Şimdi, bu savaşın etkisiyle Batı’nın düştüğüne tekrardan inanmaya başladım. Apaçık yükümlülüklere rağmen Srebrenica nasıl olur da katillere teslim edilir? Yalnız dört günde 4.000 kişinin öldüğünü biliyor musunuz? Bütün bunlar oluyor ve uygar dünya hiçbir tepki vermeden seyrediyor yalnızca…’(sh.516).

Savaşın acımasızlığı ve Batı’nın sessizliği Bosna’da, Avrupa’nın kalbinde ikindi dünya savaşından sonra ikinci en büyük insanlık dramının yaşanmasına yol açmıştır. Aslında yok edilmek istenen, Doğu ve Batı’nın Osmanlı’dan beri temas yüzeyini oluşturan ve farklı bir dilin kültür üzerinden yaşadığı bu coğrafya ve bu iklimdir: ‘…Doğu ve Batı arasındaki etkileşim yüzyıllar boyunca Bosna üzerinden devam etmiş, Bosna ruhu diyebileceğimiz şey bu şekilde oluşmuştur. Bosna ruhunun en temel özelliği hoşgörüdür, sizden farklı olan insanlarla birlikte yaşama yeteneğidir…’(sh.518). Batı, belki de insanlık için bir fırsat, önemli bir örnek olabilecek böyle bir yeteneğin ortaya çıkmasını istemedi. Bu nedenle Aliya, bu dönemde yaşananları çok acı bir şekilde ifade eder: ‘…Şunu unutma Avdo [ropörtajı yapanın adı], bizler cehennemi yaşamış ve her şeye rağmen aklını muhafaza edebilmiş insanlarız…’(sh.502).

Batı’nın insanlık için bir çıkış ve umut sağlayamadığı artık çok açık. Benzer soykırımlar Gazze başta olmak üzere dünyanın farklı coğrafyalarında devam ediyor. Bosna’da Batı’nın tavrı neyse bugün de yaşananlar benzer. Bu nedenle, Aliya ve arkadaşlarının Bosna’da yaptıkları, Doğu ve Batı’nın kazanımlarını birleştirerek ve kendi kimliğine sahip çıkarak yeni bir dil üretebilme kabiliyeti günümüzde yolumuzu belirlerken bize çok önemli deneyimler sunuyor.