Bir devletin dış politikasının oluşmasında ideolojinin rolü nedir?
Dış politikanın sadece devletlerin çıkarlarına dayandığını düşünen reel politika savunucuları, dış politikada ideolojilere yer olmadığını söylerler. Dış politika alanında tanınmış bir araştırmacı olan Robert Kagan, devletlerin çıkarlarını iyi gözetebilmek için ideolojileri dikkate almaları gerektiğini belirtiyor. Bunu şu nedenlerle açıklıyor: Bir kere başka devletlerin dış politikalarını anlamak için dış politikayı biçimlendiren ideolojiyi iyi anlamak gerekir. Ayrıca, devletlerin tehdit algılamalarının da ideolojilerin etkisiyle değiştiğini görüyoruz. Devletlere egemen olan ideolojiler değiştikçe, tehdit değerlendirmeleri, dolayısıyla başka devletlerle olan ilişkileri de değişiyor.
Ankara’da düzenlenen 2. Büyükelçiler Konferansı için demokrasi ve güvenlik gibi reel politika ile moral değerleri birleştiren bir tema seçilmesi, Türk dış politikasında yeni bir yaklaşımın göstergesi. Sayın Dışişleri Bakanı’nın açılış konuşması da bunu doğruluyor. Sayın Bakan konuşmasında, dış politikada özgürlük ile güvenliği birleştiren yeni bir vizyondan, dış politikada yumuşak gücün öneminden söz ediyor.
“Türkiye’nin vereceği bir mesaj olmalı” diyor. Güzel bir konuşma.
Ne var ki, Türkiye’nin bugünkü koşullarında, Sayın Bakan’ın konuşmasındaki ilkelerin uygulamada ne gibi sonuçlara yol açabileceğine bakmak gerekir.
Uluslararası alanda verilen mesaj, ister istemez devletin dayandığı değer sistemini yansıtır. İç politika ile dış politika bir bütün oluşturur. Birbirlerinden soyutlanamaz. O nedenle, devletlerin değer sistemleri, dünya görüşleri dış politikalarına da biçim verir.
Türkiye’de devlete ve toplumsal düzene giderek dinsel referansların egemen olduğu, içinde yaşadığımız bir gerçek. Toplum ve devlet siyasal iktidarın ideolojisine uygun bir dönüşüm içinde. Siyasal iktidarın bu temel tercihlerinin dış politikayı da etkilemesi kaçınılmaz.
İran ile ilişkiler bunun bir örneği. İran devriminden sonra Türkiye ile İran arasındaki ilişkiler bir soğukluk dönemine girdi. Bunun nedeni açıktı. İran’ın benimsediği dinsel temele dayalı Cumhuriyet, Türkiye’nin benimsediği laik Cumhuriyet değerleriyle taban tabana zıttı. Üstelik İran ideolojisini başka ülkelere ihraç etmeye çalışıyordu. Aradan geçen süre içinde, karşılıklı çıkarlar, ortak sınır ilişkilerin düzelmesine yol açtı. Ama iki devletin ideolojileri arasındaki temel çelişki nedeniyle ilişkiler her zaman mesafeli oldu. AKP iktidarıyla bu mesafe ortadan kalktı. Türkiye, nükleer silah sahibi olmaya çalışan İran’ın uluslararası alanda savunuculuğunu üstlendi. İran’da bir şey değişmemişti. Değişen Türkiye idi.
Şimdi İran’da, dini lider Ali Humeyni’yi, dolayısıyla Cumhuriyeti dinsel denetim altında tutan ‘velayet-i fakih’ kurumunu hedef alan bir halk hareketi var. Sokaklarda gösteri yapan ve öldürülen gençlerin istedikleri özgürlük ve demokrasi. Türkiye’nin özgürlük ve demokrasiyi ön plana çıkaran yeni dış politika anlayışı doğrultusunda, hiç olmazsa sivil halkın üzerine ateş açılması ve çok sayıda insanın ölmesi konusunda duyarlılık gösterip bu duyarlılığını açığa vurması gerekmez mi?
Dış politikaya demokrasi, insan hakları gibi moral değerler açısından bakmak bir devletin ve toplumun bu değerlere verdiği önemi gösterir. Ancak bunun taşıdığı bir de risk var. Seçici olamazsınız. Bazı devletleri insan hakları uygulamaları nedeniyle eleştirirken, başka devletlerin insan hakları ihlallerini görmemezlikten gelemezsiniz. Yoksa, dış politikanızın inandırıcılığı kalmaz.
Büyükelçiler Konferansı’nda bu konuların enine boyuna tartışıldığını ve Türkiye’yi uluslararası alanda daha önemli bir konuma taşıyacak uzun vadeli stratejiler saptandığını umuyorum.