Fransa’daki cumhurbaşkanlık seçimleri ile Yunanistan’daki parlamento seçimleri Avrupa’yı farklı şekillerde sarstı. François Hollande’ın zaferi “insan odaklı” politikalar isteyenlere umut aşılarken, Yunanistan’daki seçim sonuçları, ülkede siyasi istikrarsızlığın artmasını adeta garantilerken, Avrupa’da ekonomik istikrar isteyenleri endişelendirdi.
Önce komşuya bakarsak dikkatler, hiçbir partiye hükümet kuracak kadar oy çıkmazken, parlamentoya girmek için yeterli oy almış olan aşırı sağcı “Altın Şafak” partisine dönmüş bulunuyor. Hitler Nazizm’ine öykünen bu partinin başarısı bile Yunanların karşı karşıya oldukları açmazı göstermeye yetiyor.
Tarihte hiçbir topluma olumlu sonuç sağlamamış olan bu tür partiler kızgın ancak çaresiz insanların yöneldikleri siyasi olgulardır. Yunanlılar da zaten bu kez, çözüm için değil, içinde bulundukları açmazdan dolayı duydukları öfkeyi yansıtmak ve birilerini cezalandırmak için sandığa gittiler.
Sokaktaki Yunanlı elbette ki ülkenin gelecek 20 veya 30 yılını ipotek altına almış olan kemer sıkma politikalarından kurtulmak istiyor. Ancak bu da olmayacak duaya amin demektir. Zira ülkenin sadece “iki kurtarma paketinden” kaynaklanan dış borcu
Fransız seçimlerinin 22 Nisan’da yapılacak ilk turuna günler kala yoklamalardan Nicolas Sarkozy’i üzecek sonuçlar çıkıyor. Sosyalist aday François Hollande’ın şansı ise artmış durumda. Özetle Fransa’nın, 6 Mayıs’ta yapılacak olan seçimlerin ikinci turundan pek sevemediği Sarkozy’den kurtulmuş olarak çıkma ihtimali yüksek.
Öyle anlaşılıyor ki, “ucuz politikaların küçük adamı” olarak şimdiden iz bırakmış olan popülist Sarkozy’nin, Cezayir asıllı bir Müslüman’ın Toulouse’da yaptığı katliamı avantaja çevirme hesabı da tutmadı. Bu arada kötü gidişatı görerek yalan söylemeyi bile göze aldı.
Hollande’ın aksine, Japonya’da nükleer felaketin yaşandığı Fukuşima’yı ziyaret ettiğini söyleyerek aklınca seçmene “ne denli cesur olduğunu” göstermeye çalıştı. Oysa Fukuşima’ya gittiği yalandı.
Gazetelerin başlıkları
Bir Cumhurbaşkanı düşünün ki, iktidarda kalabilmek için, yalanının ortaya çıkmayacağını düşünerek, halkını aptal yerine koymayı göze alabiliyor. Bir Cumhurbaşkanı düşünün ki, “Fukuşima’yı gerçekten ziyaret etmiş olsaydım bu dünya haberi olurdu ve herkes bilirdi” diye düşünmekten aciz.
Bu durumda elbette ki sadece Fransa’da değil, tüm dünyada alay konusu oldu. Bundan
Başbakan Erdoğan’ın, Standard & Poors tarafından Türkiye’nin notunun “durağan”a düşürülmesine tepkisini iç siyaset kapsamında görmek gerekiyor. Sonuçta ekonomi, hükümetin en iddialı olduğu alanların başında geliyor. Standard & Poors’ın değerlendirmesinin ise muhalefete malzeme sağladığı kesin.
Erdoğan’ın bu kuruluşa karşı kullandığı sert ifadeler de kuşkusuz Türkiye’de kendisine hayranlık duyan kitleler tarafından hoş karşılandı. Bu arada hemen şunu da söylemek gerekir. Erdoğan’a dışarından, üstelik hiç beklenmedik bir yerden, destek de geldi.
New York Times’a konuşan “Royal Bank of Scotland”ın ekonomistlerinden Tim Ash bunlardan biri. Ash’in görüşlerini önemli kılan başlıca faktör ise, kendisinin Merkez Bankamızın uyguladığı alışılmadık politikaları en sert eleştirenlerden biri olması.
Sonucu zaman gösterecek
Ash, “Piyasada birçok kişinin Erdoğan’a ve Türkiye’ye bu konuda sempati duyacağını düşünüyorum” diye konuşmuş ve bu derecelendirme kuruluşlarının Türkiye konusunda “sürekli hatalar yaptıklarına” işaret etmiş. Ardından Türkiye’nin bu aşamada “yatırım yapılabilir” derecesine sahip olması gerektiğini söylemiş.
Aslında şu anda birçok batılı ülkenin de bu
Tahran’ın ayak sürümesiyle İstanbul’da gerçekleşip gerçekleşmeyeceği başta tartışma konusu olan, ancak sonunda 15 Nisan’da gerçekleşen toplantının, İran’ın nükleer programı konusunda yürütülen müzakereler açısından “bir dönüm noktası” olduğu söyleniyor şimdi.
Bazı şeyler sıcağı sıcağına görünmezken, ortam yatıştıktan sonra daha iyi görülüyor. Meselenin odağında, tarafların İstanbul’da diplomasiyle ağırlık verme yönünde irade sergilemiş olmalarının ve müzakerelere Bağdat’ta devam etmek için anlaşmalarının yattığı belirtiliyor.
İstanbul toplantıdan sonra İran’ın da zaten “meydan okuyucu” değil, uzlaşmacı bir tavır sergilemeye başlaması dikkat çekiyor. Bunun arkasında, Batılı diplomatların savunduğu gibi, İran’a karşı uygulanan ambargonun acıtmaya başlaması mı, yoksa İran tarafının savunduğu gibi, Batı’nın İran’a karşı daha saygılı davranmaya başlaması mı yatıyor belli değil.
Aslında bu pek de önemli değil. Önemli olan diplomasinin ön plana çıkmış olmasıdır. Türkiye’de yapılan bir toplantının bu açıdan “dönüm noktası” olarak nitelendirilmesi de Ankara açısından elbette ki olumlu bir gelişmedir. Ancak bu konudaki tespiti doğru koymak gerekiyor.
“Türkiye İstanbul toplantısında oyun kurucu”
ABD Irak’ı işgal ettikten sonra ortaya attığı Büyük Ortadoğu Projesi (BOP), Saddam Hüseyin’i devirmiş olması nedeniyle bölge halklarının kendisini coşkuyla karşılayıp kucaklayacağı ve Washington’un güdümünde demokrasiye yönelecekleri iddiasına dayanıyordu.
En azından projenin popülist sunumu böyleydi. Yoksa bunun aslında Amerikan’ın çıkarlarına hizmet etmeyi amaçlayan bir girişim olduğu apaçık ortadaydı. Bu yüzden de BOP sonuç getirmedi, bölge ise Irak işgalinden bu yana daha da büyük istikrarsızlığa sürüklendi.
Özetle, bu projenin sonuç getirmemesinin başlıca nedeni, bölgedeki siyasi dinamiklerin, özellikle de İsrail’i destekleyen ve Arap olmayan Batılı bir dış güç tarafından kendi çıkarları doğrultusunda yönetilmeye çalışmasıydı.
ABD dinamikleri kaçırdı
Bugün ise BOP daha çok komplo teorisyenlerin hayalinde yaşayan bir şey olarak ortada duruyor. Yoksa ABD bölgede yönetmeye çalıştığı siyasi dinamikleri Arap baharı ile elinden kaçırdı.
Bırakın bölgeye demokrasi getirmeyi, Washington bugün bölgedeki çıkarları için artık, demokrasi ile yakından uzaktan ilgisi olmayan Suudi Arabistan, Katar ve Kuveyt gibi ülkelerden açık açık medet umuyor.
ABD açısından bu denklemin önemli bir diğer halkası
Doktora şiddeti konu ettiğim son yazıma çok sayıda doktordan eleştiri aldım. En ayrıntılı yanıt Türk Oftalmoloji Derneği Genel Başkanı Prof. Dr. Süleyman Kaynak’tan geldi. Uzun ve ayrıntılı yazısını sütunuma sığdırmam mümkün değildi onun için neredeyse yarı yarıya kısaltmak zorunda kaldım. Redaksiyonda bir kusur işledimse kendisinden özür dilerim.
Sayın Semih İdiz,
Milliyet gazetesinde “doktora şiddet evrensel sorun” başlıklı yazınızı okudum. Konuyu iyi incelemeye imkan bulamamış olduğunuz kanaatine kapıldım. Doktora şiddet, elbette birçok ülkede olabilir ama, bizim ülkemizde bunun iki özelliği vardır:
30 yıllık bir hekim olarak şunu gözlem olarak söyleyebilirim ki son 5 yıl içinde, doktor ve sağlık personeline yönelik şiddet çok hızla artmaktadır ve sıklaşmaktadır. İkinci özellik ise, bunun sistematik ve planlı olarak yapılması ve artışın da bu doğrultuda ortaya çıkmasıdır.
“İşin özünde ise daha çok psikolojik sorunlar yatıyor” yargınızın da tam doğruyu yansıtmadığını vurgulamak isterim. Elbette ki psikolojik etkenler belli bir role sahiptir ama, bunun ekonomik politik ve sosyal altyapısı hazırlanmıştır.
Ülkemizde sağlık sistemi ile ilintili her alanda tek bir ödeme
BDP Van Milletvekili Özdal Üçer’in kaza yapan eşi ve çocuğunun getirildiği hastanede görevli Dr. Oğuz Eroğlu’nu dövmesi şiddetle kınanacak bir gelişmedir. Sağlık Bakanı Recep Akdağ’ın Üçer’in kendisine “yine döverim” dediğini aktarması ise bu milletvekilinin düzeyini sergiliyor.
Burada kendisini protesto eden doktorlar gibi her şeyden önce kızının ve eşinin sağlıklı olmalarından dolayı memnuniyetimi ifade etmek isterim. Üçer’e gelince, boş bir beklenti gibi görünse de, bundan böyle milletvekili olarak daha olumlu tavırlar sergilemesini temenni etmekten başka bir şey kalmıyor.
Doktorlara ve sağlık çalışanlarına karşı şiddet Türkiye’ye has değil. Örneğin 2010 yılında Amerika’nın en ünlü hastanelerinden biri olan “Johns Hopkins Hospital”da da bir doktor hasta yakını tarafından öldürülmüştü.
Amerika’da çalışma bakanlığı tarafından tutulan istatistikler bu tür şiddetin yüzde 60’ının sağlık sektöründe yaşandığını ortaya koyuyor. İlginçtir ama bu istatistikler sağlık sektöründeki şiddetin yüzde 75’inin hastalardan veya yakınlardan geldiğini gösteriyor.
Bu da bu tür şiddetin yüzde 25’inin sağlık sektörünün içinden geldiğini ortaya koyuyor.
Yapılması gerekenler ve doktor
Irak Başbakanı Nuri el Maliki’nin Türkiye’ye yönelttiği ve Ankara’yı kızdıran ithamlarını, bölgedeki gelişmelerden bağımsız olarak görmek mümkün değil. Türkiye’nin, Şii Maliki tarafından “terörist” olmakla suçlanan Sunni Cumhurbaşkanı Yardımcısı Tarık el Haşimi’ye arka çıkmasının etkisi burada elbette ki gözardı edilemez.
Aynı şekilde, özellikle petrol paylaşımı konusunda Bağdat ile arası giderek açılan Irak’taki Kürt yönetimiyle Türkiye arasında gelişen ekonomik ve siyasi ilişkilerin etkisi de yadsınamaz. Ancak bölgede gelişmekte olan mezhep ayrışmasının, Maliki’nin Irak’ta temsil ettiği kesimlerle Türkiye arasında artan gerginliği besleyen ana kaynaklardan biri olduğu da inkar edilemez.
Batı için sorun değil
Daha önce bu sütunda belirttiğimiz gibi, Ortadoğu ile yakından ilgili olan Batılı diplomatik kaynaklar arasında bile Türkiye’nin bu fay hattında ağırlığını Sunni ülkeler, rejimler ve kesimlerden yana koyduğuna dair bir algı gelişmiş durumda.
Ancak, bunun Batı açısından çok da büyük bir sorun yarattığı söylenemez.
Genel görüntüye bakıldığında başta ABD olmak üzere, Batı’nın -demokratik olsunlar veya olmasınlar- ağırlıklı olarak Sünni rejimlerden yana,