Milli Eğitim Bakan-lığı’nın müfredat değişikliğinden sonra basılan yeni ders kitapları kamuoyunun gündeminde.
Konunun iki boyutu var.
Birincisi; Milli Eğitim Bakanı İsmet Yılmaz’ın “En çağdaş, en bilimsel müfredatı yaptık” dediği müfredatın bu kriterler açısından geçerli not alıp alamayacağı.
Diğer boyutu ise ders kitapları ve yardımcı kitaplardan Atatürk başlığı altında yapılan nokta atış ayıklamalar.
Günlerdir yazılıp çiziliyor. Yine de birkaçını anımsatalım:
11 ve 12. sınıflarda okutulan kitapların evlilikle ilgili bölümlerinde yer alan, “Bir kıza talip olan varken rekabet ortamı oluşturacak şekilde başkalarının talip olması uygun düşmez”, “Erkekler, güç ve kuvvet yönünden daha ileri olduğundan ailenin sorumluluğu birinci derecede onlara yüklenmiştir”, “İslam, erkeğin üstlendiği mesuliyetlere karşılık kadının da kocasına itaat etmesini istemiş ve bu itaati ibadet saymıştır” gibi ifadelerin her biri ayrı tartışma konusu.
Bu kısa özet çağdaşlık kriterleri bakımından su kaldıracak nitelikte.
30 Ağustos resepsiyonunda eşinin başını örtmesiyle ilgili yorumları takmadıklarını belirten Orgeneral Akar “Sırtında şal vardı. Biraz serindi. Üstüne aldı. Kuran okunurken de şalını başına götürdü. Bu bir refleks. İnanç konusu Allah ile kul arasındadır” dedi...
Kurban Bayramı tatilinin 10 güne uzaması, Meclis’in tatilde olması nedeniyle Ankara olağan yoğunluğunun gerisinde.
Siyasi kulisler, açıklamalar ve tartışmalar bu süreçte resepsiyonlarda yaşanıyor.
30 Ağustos nedeniyle Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan tarafından Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’nde verilen resepsiyon birçok boyutuyla tartışıldı. Bunlardan ikisi özellikle dikkat çekiciydi. Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hulusi Akar’ın eşi Şule Akar’ın Kuran tilaveti sırasında başını örttüğü görüntü. Aynı resepsiyonda Danıştay Başkanı Zerrin Güngör’ün CHP’nin Adalet Yürüyüşü ve Adalet Kurultayı’na ilişkin yaptığı açıklamalar.
Önceki akşam da Adli Yıl Açılışı nedeniyle Yargıtay’ın TBMM Havuzlu Bahçe’de düzenlediği resepsiyon vardı.
Başbakan Binali Yıldırım, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hulusi Akar, yüksek yargı kurumlarının başkanları ve Bakanlar Kurulu üyelerinin katıldığı resepsiyon hareketliydi.
Özelde Almanya, genelde Avrupa ile yaşanan
Hikâyenin başı, 2005’e, Türkiye’nin AB konusunda en hızlı adımları attığı döneme uzanıyor.
AB’nin itici gücü Almanya’da Başbakanlık koltuğuna oturan Angela Merkel’in sıcağı sıcağına yaptığı ilk açıklamalara.
2005’te diğer aday ülkelere oranla koşar adım değişiklikler yapan Türkiye’nin AB üyeliğine karşı olduğunu açıklayan Merkel, bu tavrını uzun yıllar boyunca sürdürdü.
Merkel’in Türkiye’ye en yakın olduğu dönem ise Suriye’deki iç savaş nedeniyle tüm Avrupa’nın mülteci akını tehdidi altında olduğu, Türkiye’nin ise mülteciler için korunaklı bir liman haline geldiği iki yıl öncesi.
Akıldan uzaklaşmak
Siyaset elbette sadece Türkiye’de değil, Avrupa’da da popülizm odak alınarak yapılıyor.
Ancak popülizmin oranı gerçekçilikten ve akıldan uzaklaştığında işin içinden çıkılması zor.
Bunun bir örneğini, Almanya’da 24 Eylül’de yapılacak seçim öncesi televizyonda açık oturuma katılan iki büyük partinin liderleri Angela Merkel ve Martin Schulz’un tartışmasında gördük.
Ankara’nın, Kuzey Irak Bölgesel Yönetimi’nin, 25 Eylül için aldığı bağımsızlık referandumu kararının iptali için yaptığı çağrılar ve Bağdat’la Erbil’i sorunları birlikte çözmeye teşvik eden girişimleri şu ana kadar sonuç vermedi.
Bölgesel Yönetim’in Başkanı Mesud Barzani’nin; merkezi hükümetle yaşadığı kriz, federatif oluşumun parçaları içindeki bölünme, PKK ve diğer Kürt örgütleriyle giriştiği rekabet gibi nedenlerle aldığı referandum kararından dönmesi mevcut koşullarda zor.
Türkiye’nin temel yaklaşımı, Irak’ın kuzeyi için kırmızı çizgilere dönüşü yansıtıyor. Devlet katından yapılan açıklamaların tonu düşük olsa da...
Ankara’nın, Irak’ın toprak bütünlüğü eksenine oturttuğu yaklaşımının gerekçeleri şöyle sıralanıyor:
1) Ankara, referandumun bağımsızlık ilanına giden yolun başlangıcı olduğu gerçeğinden hareketle bunun bölgesel dengeleri değiştirecek yeni krizleri doğuracağını öngörüyor. Buradan kaynaklanacak yeni çatışma alanlarının yanı başında palazlanmasını istemiyor.
2) Ankara, sınırında Türkmenlerle ve merkezi hükümetle ciddi manada kavgaya tutuşmuş, ortaya çıkabilecek bağımsızlık ilanıyla bölgeye farklı aktörleri davet edecek bir devlet oluşumuna karşı.
3) Referandumdan sonraki
Bayramdan sonra iç siyaset ısınacak.
Ak Parti’de, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın belirlediği istikametteki değişimin gereği olan adımlar sürecek.
Adalet Yürüyüşü’nden sonra Adalet Kurultayı ile ikinci büyük adımı atan CHP ise, “adalet” kavramının yanına, 2019’daki seçimlerde öne çıkacak ikinci bir temayı yerleştirmek üzere yol haritasını olgunlaştıracak.
CHP, bu eylemlerle yarattığı sinerjiyi tahkim edecek bir proje üzerinde çalışıyor.
Ancak görünen o ki bayramdan sonra en yoğun hareketlilik Meral Akşener liderliğindeki yeni parti cephesinde yaşanacak.
Akşener stratejisi
Düzenlendiği son basın toplantısında kurulacak partiye ilişkin sorulara neredeyse geçiştiren bir yanıt vermekle yetinen MHP lideri Devlet Bahçeli’nin bu tavrının genel bir strateji olduğu Ankara kulislerinde en çok konuşulan konulardan.
Dikkat edilirse, başta Cumhurbaşkanı Erdoğan olmak üzere Ak Parti cenahından da MHP’nin mevcut yönetiminden de Akşener ve yeni oluşuma dönük sert tepki çıkışlarına tanık olmuyoruz.
Türkiye’de demok- rasinin kökleşme sancıları yaşadığı ilk yıllardan bu yana asker-sivil ilişkileri hep sorun yüklü olmuştur.
Demokratik- leşme düzeyi yükseldikçe asker-kamuoyu ilişkisinin niteliği değişmiştir.
Özellikle son yıllarda önemli adımlar atıldığı rahatlıkla söylenebilir, AB’ye tam üyelik yolunda alınan mesafeler, Türkiye’yi buna zorlamıştır.
Asker-sivil ve asker-kamuoyu ilişkilerinin yerli yerine oturtulmasında, askere ilişkin algının şekillenmesinde basının önemli bir işlevinin olduğunu da unutmamak gerekir.
İlk Körfez Savaşı’ndan bu yana sıkça görmeye başladığımız şekilde, ileri demokrasiye sahip birçok ülkenin askeri faaliyetler hakkında kamuoyunu sık sık bilgilendirdiğine tanık oluyoruz. İlgili komutanın soruları yanıtlamasına kadar varan uygulamalara rastlıyoruz.
Türkiye gibi 40 yılını terörle mücadeleyle geçiren bir ülkede kamuoyunun askeri faaliyetler konusunda bilgilendirilmesi ihtiyacı doğaldır. Elbette, basınla ilişki sivil otoriteden alınan yetkiyle yapılmalıdır.
Türkiye örneğinde, başlangıçta tutuk, bilgi saklayan, bürokratik ve olayları tek açıyla izah eden bir asker-basın ilişkisi gelişmişti.
ABD Savunma Bakanı Mattis, YPG’nin ABD’den aldığı silahları Türkiye’ye karşı kullanamayacağına yönelik daha önce verilen güvenceleri tekrarladı. Erdoğan ise “Bu söyledikleriniz bize Kuzey Irak için de söylenmişti. Şimdi teröristlerden elimize geçen silahlarda ABD’yi, Rusya’yı görüyoruz” dedi
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın, önceki gün Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’nde konuk ettiği ABD Savunma Bakanı James Mattis’in ABD’nin YPG’ye Suriye’de yaptığı silah yardımı konusunda verdiği güvencelere, çarpıcı örneklerle itiraz ettiği ve uyarılarda bulunduğu öğrenildi. Erdoğan, konuk bakanın, “YPG ile işbirliğimiz DAEŞ’le sınırlı. Silahların listesini ayrıntılı olarak veriyoruz, vereceğiz” şeklindeki güvenceyi gündeme getirmesi üzerine, “Başkan Trump’a da söyledim. Bu söylediğinizi bize Kuzey Irak için de söylemişlerdi. Şu anda Kuzey Irak’taki PKK’dan, şuradan buradan bizim elimize geçen silahlarda ABD’yi görüyoruz, Rusya’yı görüyoruz. Yarın burada da aynı şey olacak” dediği öğrenildi. Mattis’e, Kato’da yapılan operasyonda ele geçirilen silahların 19 ayrı ülkeye ait olduğuna yönelik bir dosya sunulurken, sorunun sadece YPG’ye verilen bin TIR’lık silahların listesinin verilmesinde
Türkiye, memuriyete alımlarda merkezi sınav sistemine geçildiğinde rahat bir nefes almıştı.
Uzun yıllardır devam eden, “Adamı olan işe girer” sistemi geride kalacak, hak eden, hak ettiği kadroya yerleşebilecekti.
Maalesef sistem kısa bir süre içinde alarm vermeye başladı.
Kurulan sistemin merkezinde yer alan ÖSYM, sınav sorularının çalınması, yapılan hatalarla çalkalanıyordu.
FETÖ ile mücadeleye girişildikten sonra ortaya çıktı ki sınav sorularının çalınması, sızdırılması ÖSYM’nin yaptığı hemen her sınavda gerçekleşen bir rutin.
Öyle ki soruların çalınmasına ilişkin soruşturmayı yürüten o dönemki savcı, halen FETÖ firarisi.
O savcıların bazılarının yakınlarının, FETÖ’nün firari imamı Adil Öksüz’le sürekli temas halinde olduğu bile ortaya çıktı.