Çok değil 11 gün önce, Ankara Garı’nın önünde kalbinden yaralanmış bir ülke duruyordu.
Telefonda, “Ben ölmedim ama” diye utanan kadındı kalp, o esnada yerde cansız yatan 9 yaşındaki Veysel.
Kızı kendine siper olup da öldüğü için hayatta kalan İzzettin Hoca’nın boşluğa bakışları, sevgilisini kollarına alan o gencin haykırışı.
Morgda oğlunun nabzını kontrol edenler, Adli Tıp önünde isimleri okunup da içeriye çağırılırken, “O olmasın” diye dua edenler.
Ambulansa yolu açmak için, biraz yüzünü asmasına tahammül edemediği insanları bütün güçleriyle iten gençlerdi.
Tanımadığı ve görüşlerine zerre yakın olmadıkları insanlara kan vermek için koşuşturan yüzlerce erkek, kadın.
Çok değil 11 gün önce, Ankara Garı’nın önünde duran kalpler yüzümüze çarpıyordu geçtiğimiz yollardaki bozuklukları.
En acı anda bile birlikte gözyaşı akıtamayacak hale geldiğimizi, en acı anda bile herkesin birbirini suçladığını.
Saygı duruşunda bile bulunamadığımızı, “bizden saymadıklarımızın yaşadıklarına” saygı bile duyamadığımızı.
Ankara Garı’nın duvarlarına sıçrayan kan, levhalarında, kaldırımlarında iz bırakan bilyeler, önündeki yola, heykellerine, havuzuna saplanmış metal parçaları büyük bir insanlık dersini anlatıyordu bize.
O acılara tanıklık etmeden anımsayamadıklarımızı ve belki anımsadıktan hemen sonra unuttuklarımızı.
O büyük tanıklıktan ve acıdan birkaç gün sonra Ankara Garı’nın önündeki trafik açıldı.
Sadece yakınlarının, sevenlerinin değil, içimizden olanların acısına kayıtsız kalamayanlar çiçeklerini, yazdıkları notları orada oluşturulan köşeciklere bıraktı.
Ölü bedenlerin yattığı o geniş bulvarın küçük bir köşesi şimdilik karanfillere ayrıldı.
Karanfilleri ezenler de vardı ama belki hâlâ umutlu olmamızı sağlayan, karanfillerin daha fazla olmasıydı.
Ama karanfiller kuruyor.
O meydanda, o günü anlatan, yaşadığımız acıyı ve unuttuklarımızı yüze vuran hiçbir şey kalmıyor gitgide.
İzzettin Hoca’nın boşluğa baktığı yerde yolcular bekliyor, Veysel’in yattığı yerden taksiler geçiyor.
Büyük bir saldırının tam da amaçladığı gibi bütün bir yaşamı durdurması değil söylemeye çalıştığım.
Normale dönmemek, hayatı olağan akışıyla yaşamamak değil.
Aksine, bütün gücümüzle ve unuttuklarımızı yeniden unutmadan normale dönmeliyiz.
Ancak bu kadar çabuk alışırsak, hiç olmamış gibi, sanki o meydanda yerlerde insanlar bir kişiyi daha kurtarmak için canlarından vazgeçmemiş gibi, cumhuriyet tarihinin bu en kanlı saldırısına hepimiz birden uğramamış gibi yaşarsak da normale dönemeyiz.
Normalleşmek ama bunu kanıksamadan yapmak.
Normalleşmek ama bunu sadece siyaset için yapmamak.
Oraya, gelecek kuşaklara çok da bir şey ifade etmeyecek olan, “Demokrasi Meydanı” diye seslenmemiz yeterli değil.
Kulaklar çabuk unutur.
Ankara Garı’nı istatistikten ve ileride yazılacak kitaplarda değinilen bir başlık olmaktan kurtarmak istiyorsak; bizi, yaşadıklarımızı, acımızı ve insanlığımızı unutturmayacak bir mirası geleceğe aktarmalıyız.
Bir an önce bir anıt, belki bir heykel, her şeyi anımsamamızı sağlayacak bir başka eser.
Öyle kocaman olmasına da gerek yok.
Birkaç gündür, normalleşmenin, üzerinden hoyratça geçmeye başladığı o yeri kırmızı-beyaz güvenlik şeritleriyle daha fazla hafızalara kazımayalım yeter.
Zira, her şeye kolayca alışabildiğimiz güzel ülkemizde, biz olmamızı sağlayan değerleri de geride bırakıyoruz unuturken.
Zaman çok çabuk geçiyor, o köşede karanfiller yavaş yavaş kururken.