Serpil Yılmaz

Serpil Yılmaz

syilmaz@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları
Haberin Devamı

Anayasa referandumunda “evet” cephesinde yer alan Anayasa Mahkemesi Raportörü Doç. Dr. Osman Can’ın “Darbe Yargısının Sonu” kitabını okuduğumda, ilgimi en çok “Türkiye’nin hukuk ve siyaset pratiğinde kadın” başlıklı bölüm çekmişti.
Zira her fırsatta, “Kadın barışın yanındadır” der dururum.
Sözünü ettiğim kitabın ilgili bölümünde ana fikir şu: Kadınlar faşizmin taşıyıcısı haline getirilebiliyor!

İran da farklı değil
Modern dünyanın ve iktidarın kullanım araçları, erkeğin egemenliği altına girdiği andan itibaren kadına, “vitrin olma” rolünün biçildiğinin altını çizen Can, faşizmin kadınla ilişkisini şöyle yorumluyor:
“Büyük ideolojileri kadınlara anlatmak suretiyle onları, büyük bir güç olarak hızlı bir şekilde mobilize etme ve faşizmin öncü güçleri haline getirmek mümkündü. Kadının hem görsellik açısından, hem çocuklara ilk kültürü aşılayan olması, hem de “ilericiliğin” göstergesi olarak kullanılabiliyor olması nedeniyle; İspanya, Almanya, İtalya ve komünist dünyada bu nedenle daima öne çıkarılır. İran’da durum farklı değildir.”
Aynı dönemde Türkiye’ye bakan Can; “Kadınların, ‘Cumhuriyet kadını’ projesiyle siyasi öncü ve modernliğin sözcüsü olarak toplumsal muhafazakârlığa karşı kullanılması, onları sistemin taşıyıcı unsuruna dönüştürüyor... Kadınlar ve gençler, bütün totaliter ve antidemokratik sistemlerin öncü güçleri...” saptaması yapıyor.
Yazarın yaklaşımı; kadının ilerici ve dönüştürücü niteliklerinin toplumsal alanda etkinleşmesinin önündeki siyasi engelleri sorgulamamızı gerektiriyor.

Ordu-AP yakınlaşması
Yazar, “80 darbesi Türk-İslam sentezi üzerine kurulu bir darbedir. Bu durum 80’lerle birlikte komünizm tehlikesine karşı toplumun ve devletin geniş bir kesimden destek alma stratejisinden doğmuş, bu nedenle İmam-Hatip okullarının hızla açılması, başörtülülerin tüm okullara girişinin serbest bırakılmasına bu bağlamda göz yumulmuştur. Esasen bu saptama 1970’lerden itibaren başlayan Ordu-AP yakınlaşmasıyla da örtüşmektedir” diyor.
Soğanın cücüğü de işte tam bu noktada beliriyor.
Kadınların “türban” takması; özgürlük ve demokrasi dönemine işaret etmiyor. O nedenle de bugün türban konusunu “özgürlükler” ve “ileri demokrasi” alanlarından soyutlayarak iktidar mücadelesi haline getirmeye çalışıyorlar.

Demokrasi mücadelesi mi?
Beyaz TV’de Reha Muhtar moderatörlüğünde, meslektaşlarım Sabah’tan Sevilay Yükselir, Star’dan Elif Çakır ve Cumhuriyet’ten Mine Kırıkkanat ile birlikte yaptığımız “4 Kadın-1 Erkek” programında, önceki akşam tam da bu meseleleri tartışmaya çalıştık. Çakır, türban yasağının “ortaöğrenim, üniversite ve kamu alanında” kalkmasını savunurken; Yükselir, yasağı orta öğrenim ile sınırladı; Kırıkkanat ise türban yasağının gelinen şartlar gereği “mecburen” üniversitede kalkmasından yana olduğunu vurguladı.
Bu akşam yayının tekrarını izleyebilirseniz göreceksiniz ki; burada durduğum tek bir yer var: Türban demokrasi ve hukuk alanında çözülecek bir meseledir.
Adalet ve Kalkınma Partisi’nin çok yabancı durduğu “metodoloji“ meselesini önemsiyorum.
Türbanlı hanımların, Tunceli Pülümür’deki Hes projelerine de itiraz ettiklerini duymak isterim...
Avusturya’ya yüksek öğrenime taşınan türbanlı kızların, en azından yandaş şirketlerde CEO olduklarını görmek isterim...
Anadolu sermayesinin gelişen profili içinde türbanlı kadınlara da yer açıldığını umut etmek isterim...
24 yaşındaki Zülfikar Uysal’ın, Tuzla Tersanesi’ndeki 142. işçi ölümü olarak kayıtlara geçmesine tepki göstermelerini beklerim... Ancak o zaman türban üzerinden siyaset yapanların, kadının ekonomik ve sosyal alanda “özgürleşmesi” mücadelesi verdiklerine inanırım. Yoksa ben de Sayın Can’ın yaptığını yapar, “Kadınlar, gerici iktidar ideolojisinin taşıyıcıları yapıldılar” der geçerim!