Psikiyatrist İbrahim Bilgen’e “Kaygı bir hastalık mıdır, kaygısız yaşamak mümkün mü?“ diye sorduk
Kaygı, çağımızın sorunu desek yanlış olmaz sanırım. Sadece ülkemizde değil, tüm dünyada kaygıyla başlayan psikolojik rahatsızlıkların sayısı her geçen gün artıyor. Bu alanda başarılı çalışmalarıyla adından sıkça söz ettiren Psikiyatrist Dr. İbrahim Bilgen’le kaygının ne zaman bir sorun olarak karşımıza çıktığını konuştuk.
- Günümüzde kaygılı olmak neden bu kadar arttı?
Andan ne kadar koparsanız, farkındalıklarınız o kadar azalır, tamamen zihninizin ocağına düşersiniz ve kaygınız artar. Zihnin her söylediğine inanmayıp, doğru mu yanlış mı değerlendirebilmek için farkındalık gerekli. Anda kalmak hiçbir şeyi umursamamak değil, bir şeyi farkındalıklı yapabilmek demektir. Eskiden kötü duyguları yok etmeye çalışırdık ama yeni terapi yöntemleriyle, duyguları yönetebilmek için farkındalık kazandırmaya çalışıyoruz.
- Kaygıyı ne zaman bir sorun olarak görmeye başlamalıyız?
Kaygı tüm dünyada bir bozukluk gibi algılanıyor ama bir hastalık değildir. Kaygıyı bir alarm gibi görmeliyiz. Tüm duyguların olduğu gibi kaygının da bir amacı var. Ancak kişinin işini, aile ve toplumsal ilişkilerini bozmaya
“Çocuklar İçin Felsefe” atölyeleriyle yüzlerce çocuğu felsefeyle tanıştıran Ezgi Emel’le yeni çıkan kitapları ve felsefe hakkında konuştuk.
Ezgi Emel 28 yaşında bir felsefe öğretmeni. Robert Kolej’den mezun olup, Manchester Üniversitesi’nde felsefe eğitimi aldığı yıllarda, felsefeyi nasıl günlük hayata katabiliriz diye düşünürken, Philosopy for Children programıyla tanışmış. Bu programı Türkiye’ye getiren Emel, 5 yıl boyunca 6-14 yaş arası çocuklara “Çocuklar için Felsefe” atölyeleri düzenlemiş. Şimdilerde ise mezun olduğu okulda felsefe öğretmenliği yapıyor ve çocuk kitapları yazıyor. Hayalinin, düşünce eğitiminin tüm okullara yayılması olduğunu söyleyen Emel, “Çocuklara bir şey anlatmıyorum, sadece açık uçlu bir soru soruyorum ve sonra onu tartışıyoruz. Çocuklar zaten doğal birer filozof” diyor.
- Geçtiğimiz hafta İş Bankası Kültür Yayınları’ndan çıkan kitaplarınızdan bahseder misiniz?
“Neden Süper Kahraman Olamıyorum”, “Ben Yapamam Çekinirim”, “Bu Kural da Neymiş”, “Ben Tek, Siz Hepiniz” adında 4 kitaptan oluşan bir seri bu. Değerler eğitimini kapsıyor. Çocuklar büyürken, neyin doğru neyin yanlış olduğuna dair geleneksel ahlaki süreçlerden geçiyorlar. Yalan söylemek kötü
Yıllardır sanatın pek çok alanında evlerimize konuk olan sevilen tiyatrocu Sevinç Erbulak ile anlatılıcığını üstlendiği yeni çocuk oyunu “Orman Lokantası”nı ve anneliği konuştuk.
İş Sanat‘ın hazırladığı müzikli masal serisi Evvel Zaman Dışından Masallar’ın ilk oyunu “Orman Lokantası” 9 Aralık Pazar günü çocukları eğlence dolu bir maceraya davet ediyor. Yekta Kopan’ın kaleme aldığı, Serdar Biliş’in yönetmenliğini üstlendiği oyun Sevinç Erbulak’ın anlatıcılığı ile renkleniyor. Erbulak ile “Orman Lokantası” oyunu için bir araya gelsek de çocuklar, hayaller ve yeni kitabı üzerine sıcak bir sohbet yaptık.
- İş Sanat’ta “Orman Lokantası” adlı bir çocuk oyunu sergiliyorsunuz. Siz bir anne olarak çocuklarımızın geleceği için nasıl hayaller düşlüyorsunuz?
Ben kızım Kavin olmadan önce, onunla ilgili çok hayal kurdum. Planladım, projelendirdim ama onların hiçbiri gerçek olmadı. Çünkü o, birey olarak geliyor zaten. Sen ne kadar romantik hayaller kurarsan kur, hayal gücün ne kadar sınırlı veya geniş olursa olsun o gerçekçi şato sana diyor ki; o öyle olmaz. Kavin’den sonra özellikle, akışta kalmayı daha çok seviyorum. Çünkü hayat aslında hiç öyle elle tutulabilir ve dizginlenebilir bir şey
17 Kasım Dünya Prematüre Günü vesilesiyle, Türk Neonatoloji Derneği Başkanı Prof. Dr. Esin Koç ile erken doğum hakkında bilinmesi gerekenleri konuştuk.
Her yıl dünyada 15 milyon, Türkiye’de ise 150 bin bebek prematüre doğuyor. Üstelik daha önce mümkün olmayan gebeliklerin, üreme teknikleriyle mümkün hale gelmesiyle, erken doğum sayısı her yıl artıyor. 17 Kasım Dünya Prematüre Günü’nde, farkındalık yaratmak amacıyla bir sergi açan Türk Neonatoloji Derneği Başkanı Prof. Dr. Esin Koç, “Nutricia işbirliğinde hazırladığımız bu fotoğraf sergisinde, yaşama tutunma istekleriyle hayatta kalabilmiş ve hikayelerinin birçok anneye umut olabileceği çocuklarımıza yer verdik. Beslenmeden bakıma kadar gerekli tüm önlemler alındığı takdirde, prematüre doğan bebeklerin de sağlıklı bir biçimde gelişimlerini sürdüreceğini ebeveynlere anlatmak istiyoruz” diyor.
- Prematüre doğum ne anlama geliyor ve oranları nedir?
37’nci hafta tamamlanmadan gerçekleşen doğumlara “prematüre doğum” denir. Prematüre bebekler kendi içinde derecelendirilir; 28 haftadan erken doğanlara aşırı prematüre, 29-32 hafta arasında doğanlara çok prematüre ve 32-37 hafta arasında olanlara ise orta ya da geç prematüre bebek denir. Dünya
Çocuklara yönelik geliştirdiği “Kurbağa Metodu” ile Hollanda başta olmak üzere dünyanın pek çok yerinde dikkat eğitimleri veren terapist Eline Snel ile çocuklarımıza nasıl destek olabileceğimiz hakkında konuştuk.
Stres dolu yaşamlarımızda, çocuklarımız da en az bizler kadar gergin. Yapılan araştırmalar, duygu ve düşüncelerine dikkat verebilen, meditasyon yapan çocukların daha sakin olduğunu ve daha iyi öğrendiğini gösteriyor. Meditasyonun sadece bir araç olduğunu, günün her anında çocuklarımızla mindfulness (dikkat) egzersizleri yapabileceğimizi söyleyen Snel, “Bir Kurbağa Gibi Sakin ve Dikkatli” kitabında bahsettiği tekniklerden biri olan “İyi Uykular Meditasyonu” ile dünya üzerinde milyonlarca çocuğun kolayca uykuya geçtiğini söylüyor.
- Günümüzde neredeyse iki çocuktan birine hiperaktivite, dikkat eksikliği gibi teşhisler konuyor. Çocuklara kızmadan, eleştirmeden rahatlamaları için nasıl yardımcı olabiliriz?
Bence dikkat eksikliği ve hiperaktivite tanısı konan her çocukta bu yok. Evet çocuklar 15 sene öncesine göre daha huzursuzlar ve bunu davranış olarak gösteriyorlar. Ama bunun ana sebeplerinden biri etrafta çok fazla uyaran olması. Ve artık neredeyse bu uyaranlara bağımlı
“Erişilebilirlik binalara ve kamusal alana olduğu kadar, hizmetlere erişimi de kapsayan çok boyutlu bir kavram. Bu nedenle erişilebilirlik tartışmaları mimari tasarım kadar, eğitim, sağlık, istihdam ve devlet hizmetlerine erişimi de kapsıyor. Ayrıca erişilebilirlik, dışlayıcı bakışlara maruz kalmadan görünür olma hakkını da içeriyor. Tüm bu farklı boyutlar birbirinden bağımsız değil; birbirini pekiştirir nitelikte. Örneğin, mekanın erişilemez olması, engelli kişinin evin özel alanına kapanmasına yol açtığı için, zamanla kişinin kamusal alanda, iş yerinde, konser salonunda, okulda görünür olmaması “NORMAL”, kişinin bu mekanlardan yararlanması, hatta yararlanmayı talep etmesi “ANORMAL” addedilebiliyor. Yeni “normal” kişinin eve kapanması olunca, mekanı ve hizmetleri erişilebilir kılmanın bir gereklilik olduğu düşüncesi kolaylıkla gündem dışı kalıyor. Oysa toplumsal hayata katılım, onu şekillendirme, orada görünür olma hakları temel vatandaşlık hakları. Dolayısıyla erişilebilirliği tartışmak vatandaş olmanın anlamını tartışmakla eşanlamlı. Sadece engelli bireyler açısından değil, herkes için…”
Koç Üniversitesi İnsani Bilimler ve Edebiyat Fakültesi öğretim üyesi Doç. Dr. Dikmen
Prof. Dr. Nesrin Dilbaz, “Siber zorbalığa karşı toplumsal olarak sürdürülebilir bir kampanya başlatmalıyız. Şimdi başlayacak bir kampanyanın meyvelerini 20 yıl sonra alabiliriz” diyor.
Günümüzde gençler günlerinin çoğunu internette geçiriyor. Şiddet, pornografi ve siber zorbalık gibi negatif durumlara maruz kalıyor. Bu durum zihinsel gelişimlerini etkilediği gibi ruh sağlıklarını da ciddi oranda bozuyor. Dünya verilerine göre, gençlerin yüzde 43’ü en az bir kez online zorbalığa uğruyor. Sanal kumar oynama yaşı 14’e indi. Geçtiğimiz yıl 100’den fazla çocuk, internet oyunları yüzünden intihar etti. Bağımlılık konusunda uzman, psikiyatrist, Prof. Dr. Nesrin Dilbaz ile bu korkutucu tabloya karşı, çocuklarımızı zorbalıktan nasıl koruruz ve kendilerini korumayı nasıl öğretiriz hakkında konuştuk.
- Çocuklar arasında zorbalık neden bu kadar arttı?
Günümüz ebeveynleri çocukları için dünyaları verecek psikolojide. Daha başları ağrımadan ağrı kesici veriyor, sürekli anlamsız övgüler sarf ediyorlar. Dünyanın merkezinde sadece kendi çocukları var. Teknoloji de devreye girince, çocuklar bu gerçekliğe inanmaya başladı. Çok fazla bireyseller, hiç empati kuramıyorlar. Bunun sonucu olarak da bir
Bağlanma kavramı son yıllarda çok popüler oldu. Çevremde hemen herkesin, doğru ya da eksik, bağlanma kuramına karşı bir fikri var diyebilirim.
Bebeğin, bakım verenle (çoğunlukla anne oluyor) kurduğu ilişkinin kalitesi, yaşam boyu kuracağı ilişkilerin kalitesini belirliyor! Bu bilgiyi ilk öğrendiğimde, omuzlarımda hissettiğim yük bir ton daha artmıştı. “Evet yine her şeyi annelerin üstüne yıkan, mükemmel olmak zorunda oldukları hissini perçinleyen, suçluluk duygularını katlayan bir bakış açısı” diye düşünmüştüm. Öyle ya, bebekken annemle kurduğum ilişkinin mahkumu olmak zorunda mıyım yani? Hayatım boyunca yaptığım ya da yapacağım şeylerin hiç mi önemi yok? Yıllar içinde hem kişisel merakım, hem psikoloji öğrenciliğim nedeniyle bağlanma kuramı hakkında çok okudum. Fakat işin teknik kısmını bilmek, her zaman hayata geçirebilmek anlamına gelmiyor.
Ebeveynimle bağlanmamın kölesi değilim!
Geçen yıl Nilüfer Devecigil’in “Işığın Yolu” kitabını okuduktan sonra kafamda bazı şeyler netleşmeye başlamıştı. Üzerine geçen hafta gittiğim “Bağlanma Eğitimi” eklenince, sanki bulutlar aralandı ve ışığı görmeye başladım. İyi haberi hemen vereyim; evet ebeveynlerimizle bağlanma stillerimiz,