17.11.2008 - 23:34 | Son Güncellenme:
Asu Maro Bir Portre
2001 yılının sıcak bir ağustos günü, iki arkadaş Taksim Meydanı’nda yürüyor... Bir adam durduruyor onları ve diyor ki bir tanesine; “Filmde oynamak ister misiniz?”... “Tanıştırayım” diyor “Ravin Asaf, yönetmen. ‘Sarı Günler’ diye bir film çekecek ve sizin tipinizde bir oyuncuya ihtiyaç var.”
Bilmiyorlar ki tombul bir genç kadın olduğu için durdurdukları Ayça Damgacı oyuncu aynı zamanda. Senaryoyu eline almasıyla kendini Adıyaman yollarında bulması bir oluyor... Hayatını değiştirecek karşılaşmaya yolculuk... Bir an bile düşünmeden... Küçüklükten beri hep yollara düşmeyi, maceralara atılmayı hayal eden bir çocuk için daha doğal ne olabilir?
İktisatçı İsmet Damgacı ile 14 yaş küçük eşi Müşerref hanımın iki kızından büyüğü Ayça, 1973 yılının 29 Temmuz’unda İstanbul’da dünyaya gelir. Baba İskeçeli ama İsviçre’de büyümüş, anne İstanbullu. Arnavut kanı da dolaşır damarlarında, Arap da...
Macerası uzadıkça uzar!
Çocukluğu Gayrettepe sokaklarında oğlanlarla koşturarak geçer... Hiç bebekle oynamaz, Tarzancılık oynarken Jane olmaz. Tabanca tüfek sever, büyüyünce ‘savaşçı’ olmak ister. Bir de hikayeler uydurup kukla oynatır kızkardeşine.
Kardeşi ister ki bir an önce maceranın sonu gelsin, kahramanlar öpüşsün... Ama Ayça’nın macerası uzadıkça uzar... Gayet haşarı bir çocuk olarak ilkokul yılları kabustan hallicedir. Öğrenme güçlüğü çeker, kolej sınavlarını ait olmadığı bir yarış olarak gördüğü için, ailesini ‘prestij kaybına uğratma’ pahasına çalışmayı reddeder. Ortaokula Özel Selin Koleji’nde başlar, Nişantaşı Kız Lisesi’nde devam eder.
Fludur o döneme ait anıları, net olan alttan alta sürüp giden mutsuzluk duygusu, hayatta ne yapacağını bilememe halidir...
‘Şarkı söylemeliyim’
Lisede babasının izinden getmeye karar verir ve çalışıp 1990’da İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’ne girer. Anında pişman olur. Komün hayatına bayıldığı, onu çok sadeleştiren ve hayata bakışını değiştiren Dağcılık Kulübü hatırına bir süre devam etse de bırakır okulu sonunda. Ama içindeki boşluk da gelir onunla tabii. Bir süre babasının çeviri bürosunda çalışır, gece hayatına sardırır bir yandan.
Ve bir gece Kemancı’da “Ben sahnede olmak istiyorum” der arkadaşına; “Şarkı söylemeliyim ben.” Önce vokalist arayan bir tanıdık rock grubuna başvurur, olmaz, ardından bir süre hayata geçemeyen The Wall müzikali için çalışır, şan dersleri alır, konservatuvar sınavına girer, kazanamaz. Ama bu kez sahne sanatları aklına düştüğü için tutar bıraktığı üniversitenin tiyatro kulübüne girer. Orada da tıpkı Dağcılık Kulübü’ndeki gibi yoldaşlık duygusu iyi gelir ona.
Ardından oyunculuk eğitimi almak için girdiği Şahika Tekand’ın Stüdyo Oyuncuları’nda da öyle...
Gurur meselesi yapmaz
“Seni büyüten bir aile gibi” diye tanımlar bu katıldığı toplulukları. Stüdyo’dan sonra İstanbul Kültür Sanat Vakfı’nda çalışmaya başlar ve tekrar üniversite sınavına girip tiyatro eleştirmenliğini bitirir. 1998, Tiyatro Oyunevi’yle tanıştığı yıldır. Ve hayattaki ilk azim örneği.
“Antigone”yi izlemiş ve “Bu sahnede ben de olmalıyım” demiştir bir kere. “Don Kişot” oyuncu aranırken gidip çalar kapıyı. Seçmeleri geçemez ama bir kapıyı açık bırakır Günşıray: “İstersen gelip provalara katılabilirsin.” İki gün ağladıktan sonra, durumu gurur meselesi yapmayıp bu aralık kapıdan girmeye karar verir. Bir süre sonra da sahnede bulur kendini bir gün.
Sekiz yıl kalacağı Oyunevi sahnesinde. Kendi hayatına, isteklerine sahip çıkmak, Mahir Günşıray’dan hayata dair öğrendiklerinden biridir. Çok da işine yarar... Üç yıl sonra film çekimi için Adıyaman’a giderken kendine ve hayatın getireceklerine daha çok güvenen bir kadındır artık.
“Sarı Günler”de Saddam’ın yok ettiği bir Kürt köyünde çocuk çetesi liderinin tombul kızkardeşini oynayacaktır. Habur kapısının açılıp Kuzey Iraklı oyuncuların gelişini bekleyerek geçer iki gün. Bir sabah kahvaltıda ‘onu’ görür ve o anı hep hatırlar... Birçok başka an gibi.