İslamcı bir Kürt devleti kurmak amacıyla terör eylemlerinde bulunan Hizbullah örgütünün bütün vahşetiyle ortaya çıkması, İslami ve İslamcı kesimlerde tartışmalara yol açtı. Arkadaşımız Ruşen Çakır tartışmaları yorumluyor.
Hizbullah şoku toplumun tüm kesimlerini değişik biçim ve ölçülerde etkisi altına alarak sürüyor. İlk olarak İslami camiaya bakacak olursak Fehmi Koru'nun kaleme aldığı "fikri akrabalıktan dolayı başı eğik dolaşma" tespiti ve Altan Tan ve Ahmed Rıdvan gibi isimler tarafından açık açık dile getirilen "özeleştiri" çağrısı büyük yankı uyandırdı.
İslamcılar sadece Hizbullah vahşetini değil, geçmişte kalan Aczimendiler ve Ali Kalkancı olaylarını; Adnan Hoca'yı, İBDA - C'yi, Cübbeli Ahmet Hoca'yı, Fazilet Partisi'ni, dolayısıyla Necmettin Erbakan Hoca'yı ve daha bir sürü hoca ve cemaati tartışma vaktinin gelmiş de geçmekte olduğunu yeni yeni farkediyorlar.
1980'ler İslami hareketin yükseliş yıllarıydı ve bundan herkes fazlasıyla pay alıyordu. Yükseliş, bu gruplar arasında zaten varolan çelişki, çatışma ve rekabeti de tırmandırdı. Fakat "düşman"a karşı ayrılık içinde görünmemek için "kol kırılır
yen içinde" yöntemi benimsendi; kimse bir diğerini açıktan eleştirme yoluna gitmedi. Tabii el altından birbirleri hakkında eleştirinin ötesinde karalama kampanyaları yürütmeyi de ihmal etmediler.
1990'larla birlikte İslami hareket gerilemeye başladı. Fakat İslamcılar RP'nin 1994 ve 1995'teki
seçim zaferleri nedeniyle tam tersi bir durum değerlendirmesi yapıp, iktidarın çok yakın olduğu yanılsamasına kapıldılar. Bu yüzden "28 Şubat sürecini" önce önemsemediler; işin ciddiyetini kavradıklarında iş işten geçmişti.
İslamcıların bu denli hazırlıksız olması 28 Şubatçıları bile şaşırttı; karşılarında, sayıları günden güne azalan başörtülü öğrenciler dışında pek kimseyi bulamadılar.
Şimdiki özeleştiri çağrıları yalnızca Hizbullah'la değil, bütün bir geçmişle hesaplaşmayı içeriyor. Ama bu çok zor bir süreç, çünkü İslami camia için bu yeni bir olay; İslamcılık karşısındaki çevreler de bu tür bir özeleştiriye elverişli bir zeminin oluşmaması için vargüçleriyle çalışıyorlar.
Bu çevrelerin ortak özelliği "Şeriatçılar birbirine benzer" mantığıyla İslamcıları yekpare bir camia olarak algılayıp göstermeleri. Bu ideolojik tavır, Hizbullah'ın kurbanı olan İslamcıları dahi "zanlı" ilan etmeye kadar varıyor.
Oysa İzzettin Yıldırım ve Zehra Vakfı'nın İslami kesim ve özellikle de Nurcu hareket içinde ilginç ve saygın bir yeri vardı. "Demokrasi, insan hakları ve sivil toplum" gibi kavramları birçok İslamcıdan önce savunan bu cemaat Kürt sorunu konusundaki duyarlığıyla da dikkati çekiyordu.
Bir İslami cemaat liderinin İslamcı iddialı bir grup tarafından kaçırılıp vahşice katledilmesi çok üzücü bir durum olmakla birlikte Türkiye'de birtakım hayırlara da vesile olabilir. Öncelikle, Hizbullah'ın diğer cinayetleriyle birlikte bu olay bir kez daha laik cumhuriyetin önemini, Başbakan Bülent Ecevit'in deyimiyle "kıymetini" ortaya çıkarttı.
Türkiye'de laiklik, hem karşıtlarının ve hem de savunucularının üstün gayretleriyle hep tek yanlı algılandı: Dinle arası az olan veya pek iyi olmayan kesimleri, dinsizleri ve başka dinlerden olanları dindarlar ve dincilerin muhtemel müdahalelerine karşı korumanın teminatı olarak görüldü, gösterildi. Fakat Hizbullah olayı da gösterdi ki laiklik dindarlar için de vazgeçilmezdir; belki de en çok onlar için lazımdır.
İslami kesim yekpare değil
Hizbullah'ın her türlü faaliyetini İslami referanslarla meşrulaştırması, "İslam'a göre yaşama" iddiasındaki polislerde büyük tepki yaratmış durumda.
Kamuoyunda oluşan duyarlılığı "laik cumhuriyet" lehine çevirmek iyice kolaylaştı. Fakat Hizbullah vahşetini vesile bilip her türden İslamcıyı hedef almak için ellerine fırsat geçtiğini düşünenlerin sayısı hayli fazla. Örneğin Adıyaman'ın Menzil köyünde yıllardır faaliyet gösteren Nakşibendiliğin Menzil koluna bağlı kişilerin Tokat'ta gözaltına alınması, bazı gazetelerde Hizbullah operasyonu olarak sunuldu. Halbuki yalnızca bir isim benzerliği sözkonusu ve iki grup arasında dağlar kadar fark var.
İslami kesim içindeki ayrımları önemseyip Türkiye için bir laiklik tarif ederken bunları da hesaba katma önermesi, muhakkak bazı çevreler tarafından "Amerikancı ılımlı İslamcılık" savunusu; "oyuna gelme" ve "düşmanın ekmeğine yağ sürme" olarak değerlendirilecektir. Bu türden alışkanlıklar nedeniyle dindar, hatta dinci kesimlere özellikle seslenmek; onları laikliğin erdemlerini üzerine kafa yormaya davet etmek zorlaşıyor. Olsun...
Hizbullah şoku en bariz biçimde milliyetçi - muhafazakar çevrelerde yaşanıyor. Milliyetçiliğe daha fazla vurgu yapanlar, örneğin Ülkücüler için bunun pek ciddi bir sorun olmadığı söylenebilir. Fakat İslamcı olarak adlandırılamasalar da dindar kimliklerini ön plana çıkartan kesimler için durum farklı.
Türkiye'nin dört bir tarafında (resmi açıklamaya göre 44 ilde) Hizbullah operasyonlarını yürüten emniyet güçlerinin önemli bir bölümü bu tür bir sınıflandırmaya sokulabilecek kişiler.
Hizbullah'ın her türlü faaliyetini İslami referanslarla meşrulaştırması, "İslam'a göre yaşama" iddiasındaki bu polislerde büyük infial yaratmış durumda. Nitekim benzer bir profile sahip İçişleri Bakanı Sadettin Tantan ısrarla "İslam'ı kurtarmak"tan söz ediyor; "din eğitimi"nin önemini vurguluyor ve Hizbullah yüzünden dindarların incitilmemesi gerektiğinin altını çiziyor.