29 Kasım 1998
Nazım ALPMAN
Abdullah Öcalan'ın Roma'da yakalanmasından beş gün sonra Hürriyet yazarı Emin Çölaşan, 18 Kasım 1998 Çarşamba günü köşesinde "Katilin iadesini sağlarsak bu Türkiye'nin zaferi, kaybedersek yenilgisi olacak," dedikten sonra bir de öneride bulunuyordu:
"Dün de yazmıştım... Büyük gösteri yürüyüşleri düzenlememiz gerekiyor. Bir futbol maçında duyduğumuz coşkunun hiç değilse
yüzde birini bu amaçla kullanabilsek!"
Milliyet yazarı Hasan Pulur ise aynı gün "Roma'da Haçlılar var, Lozan'ı unutmazlar" başlıklı yazısına şöyle başlıyordu:
"Önemli olaylarda futbol seyircilerinin baktığı gibi bakmasak ya da bazı spor sayfalarındaki yorumlar, manşetler gibi değerlendirmesek iyi olacak..." Bu yazıları takip eden günlerde Emin Çölaşan'ın önerisi, Hasan Pulur'un "aklı selim"ini geride bırakıp bütün Türkiye'yi kapsayacak biçimde yayıldı. İtalya'dan gelen meyveler, sebzeler hallerde ezildi, kravatlar, ayakkabılar yakıldı. İtalya Büyükelçiliği'ni çeviren demir parmaklıklar, tuvalet kapılarının arkasındaki "tosun edebiyatına" rahmet okutacak yazılarla donatıldı.
Medya da bu toplumsal tepki selinin coşkusunu artırmada önemli rol oynadı. İtalya'ya karşı Çölaşan'ın saptadığı durgunluk hüküm sürerken bazı gazeteler "Türkiye ayakta" şeklinde manşetler attı. Ve o gün Türkiye ayağa kalktı!
Medyadaki "tepki dinamiği" Öcalan'ın durumunu izlemek üzere İtalya'ya gönderdiği elemanlarını uğurlarken harekete geçmişti. Hürriyet gazetesi Fatih Altaylı ve Hayrettin Karateke'nin uçak merdivenlerindeki fotoğrafının altına şu başlığı atmıştı:
"Bölücübaşı Apo'yu almaya gidiyoruz!" Ertesi gün İtalya'da yayınlanan bazı gazeteler Türkiyeli gazetecileri "devletin ajanı" olarak lanse edince, Avrupa'nın çeşitli kentlerinden Roma'ya gelen PKK yandaşları meslektaşlarımıza saldırıp onları yaraladılar.
Bu olayların ardından Türkiye'de eski bir tartışma başladı:
"Gazeteci kimdir?"
Aktüel dergisi 19 - 25 Kasım 1998 tarihli 383. sayısında yukarıdaki gelişmeleri özetledikten sonra sordu:
"Gazeteci `fatih' midir?"
Fatih Altaylı'nın Roma'da sergilediği tutumu "büyükelçi olma fırsatı yakalayan dışişleri memuru"na benzeten Aktüel eleştirilerini şöyle sürdürdü:
"Abdullan Öcalan'ın İtalya'da gözaltına alınmasından sonra Türkiye medyası gazeteci olmanın gereğine aykırı ne varsa hepsini yaptı! Gazeteci, gazeteci gibi davranır. Haberi uyruğu olduğu devletin çıkarları gereği eğip bükmez, taraf olmaz."
Altaylı'nın yanıtı "Fatihçe" oldu:
"İşte Aktüel kafası... Geri zekalı entel kafası... Daha doğrusu içinde beyin olmayan kompleks dolu aşağılık kafa." Aktüel dergisinde (sayı: 339) yaklaşık bir yıl önce Ayça Şen, Fatih Altaylı ile yaptığı röportajda onun için şunları yazıyordu:
"Kimileri seviyor, kimileri vasat buluyor. Kimileri de terbiyesizliği ve kavgacılığından başka bir özelliği olmadığını söylüyor."
Aynı röportajın başlığı da, Altaylı'nın Roma'da Dışişleri Bakanı İsmail Cem'e sorulan soruları ondan önce yanıtlamasının "makul" bir gerekçesi olduğunu müjdeliyordu:
"43'ünde başbakan olacak!"
Altaylı, Ayça Şen'e ciddi olarak 42 - 43 yaşlarında başbakan olacağını, bunun için de siyasi partiler yasasının değişmesi gerektiğini söylemişti. Radikal yazarı İsmet Berkan, 23 Kasım tarihli köşesinde bu durumu irdeliyordu. Berkan, "Altaylı'nın Roma'da gazeteci kimliğiyle değil, kendi fikirlerini özgürce yazan bir köşe yazarı - eylemci kimliğiyle" bulunduğunu belirttikten sonra yargısını açıklıyordu:
"Altaylı'yı, fikirlerini başkalarından değişik biçimde eylemlerle açıkladığı için eleştirmek çok anlamlı değil."
Berkan sonraki satırlarda nihai kararını bildiriyordu:
"Ama şu ayrımı iyi koyalım: Gazetecilik bundan başka bir şeydir!" Türkiye'de gazetecilerin meslek dışına taşan aktiviteleri her zaman tartışma konusu oldu. Bosna savaşı sırasında İnterstar'ın yaptığı çağrı ile bir anda Taksim'de toplanan ülkücü - islamcı kitle Akit yazarı Abdurrahman Dilipak'ın konuşmalarıyla kontrolsüz bir ayaklanmanın provasını yapıyordu. Ancak hiç kimse Türkiye muhabiri Yusuf Sancak'ın düzeyine erişemedi. 16 Şubat 1993 Salı günü Türkiye Gazetesi'nin manşetinin üst başlığında "Bosna'da çatışma bölgesine girebilen tek Türk gazetecisi Yusuf Sancak anlatıyor" denildikten sonra iri puntolarla şu kelimeler yazılmıştı:
"Cephede bir Sırp vurdum!"
Sancak'ın silahlı fotoğrafının altında, tarafsız gazeteciliği delik deşik eden aşağıdaki satırlar okunuyordu:
"Bu silahla vurdum... Cephe komutanının izniyle önce Sırp mevzilerini gözleyip, dürbünlü tüfekle hedefin tespitini yaptım. Daha sonra da elimdeki silahla Sırp caniye ateş ettim..." Sancak, vurduğundan da emin değildi... Bunun "milliyetçi bir asparagas" olduğuna kuşku yoktu. Ancak tahıla dayalı beslenmenin parlak bir zeka ürünü olduğu tartışılmazdı.
Nitekim bu yayından sonra Sırplar, Türk gazetecilerin Bosna'da askeri hedef olarak kabul edileceklerini açıkladılar.
Yusuf Sancak sağcı bir gazetede çalışmasının da etkisiyle olsa gerek, basında "oy birliğine" yakın bir çoğunlukla ağır biçimde eleştirilmişti.
Altaylı'nın kendisinden başka savunanı pek yok. Ancak Sancak'a gösterilen tepkinin düzeyine de ulaşılamadı. Belki de Hayri Kozakçıoğlu'nun yıllar önce işaret ettiği konunun "hassasiyeti" gereği böyle davranılıyor. Türkiye'nin ilk Olağanüstü Hal Bölge (OHAL) Valisi olan Kozakçıoğlu, göreve başladığında gazetecilerden bir ricada bulunmuştu:
"Güneydoğu olaylarını milli maçı izler gibi izlemelisiniz!"
Olayları futbol maçı gibi izleyince, medyamız da açık tribün amigoları düzeyini aşmakta zaman zaman zorluklarla karşılaşıyor. İnşallah yazının girişinde verdiğimiz Hasan Pulur'un satırları bundan sonra işe yarar:
"Önemli olaylara futbol seyircilerinin baktığı gibi bakmasak..."
(Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Başkanı)
Evrensel kurallarda ihmal var
Gazetecinin temel görevi gerçeği kamuoyuna olduğu gibi yansıtmak, doğru bilgi vermektir. Bir gazeteci eğer
haber veriyorsa, olayın / gerçeğin bütün unsurlarını objektif biçimde iletmekle yükümlüdür. Haberci bu görevini yaparken, her türlü kişisel görüş ve kanaatlerinden, hatta dini ve ulusal inançlarından ve duygularından sıyrılabildiği ölçüde işlevini tam olarak, doğru ve dürüstçe yerine getirmiş olur. Ancak gazeteci haberden ayrı olarak yorum ya da köşe yazısı yazıyorsa o zaman kişisel görüş ve düşüncelerini savunabilir.
Bir başka önemli nokta, gazetecinin gazeteci kimliğiyle herhangi bir olayın içinde "taraf olarak" yer almaması gereğidir.
İtalya'daki ya da daha önceki Kardak Adacıkları'ndaki veya başka yerlerdeki olayları tek tek sorgulamak yerine, bu kurallar içinde değerlendirebilirsiniz. Ben kuralı söyleyeyim, siz olayları tek tek bu kurallar içine yerleştirin. Mutlaka genelde bir kanaat belirtmem gerekiyorsa, İtalya'daki olayları izleyen bazı gazetecilerin duygusal etkenlerle evrensel kuralları zaman zaman ihmal ettiklerini söyleyebilirim.
(Milliyet Yazarı - TGC Yönetim Kurulu Üyesi ve Meslek İlkeleri Komitesi Koordinatörü)
Gazeteci barıştan yanadır
İtalya bağlamında gündeme gelen gazeteci vakalarının iki boyutu vardır:
İlki Roma'da Türkiyeli gazetecilerin uğradığı saldırı ve bunun karşısında İtalyan güvenlik güçleri ile gazetecilerin tavrı. Saldırı da kınanır, güvenlik gücü tavrı da... Fakat bu iki konuda da buradaki milli geleneklerimizden gelen alışmışlıklarımız var. Asıl önemlisi İtalyan gazetecilerin mesleki dayanışmadan uzak duyarsızlığıdır.
İkinci mesele, ister Türk olsun ister İtalyan, gazetecinin
devlet politikasının, resmi tavrın yahut milli coşkuların, tepkilerin, histerinin basit bir uzantısı olup olamayacağı.Bu da mesleğin omurgasını oluşturan ilkeler açısından (omurgasını yamultan uygulamalar açısından değil) basit: Çünkü `olup olmayacağı' diye bir paradoks yok bile... Olmaz, olamaz, olmamalı... Oluyorsa da, istediği kadar bin dereden binbir gerekçeyle ve bahane bulsun, istediği kadar popülizmleri okşayıp tezahürat görsün, belki bir iş yapılmıştır ama o işin adı gazetecilik değildir.
Bir gazetecinin bir gün askerlik de yapması başka bir şeydir, gazetecilik yaparken asker gibi davranması başka bir şey. Gazeteci İsmail Cem'in dışişleri bakanı gibi davranması başka şeydir, İsmail Cem'in gazeteci sıfatıyla dışişleri bakanı gibi davranmaya soyunması başka bir şey mesela... Üçüncü husus olarak da, Türkiye'deki tepki atmosferinin içinde yuvarlanan, hatta ona önderlik etmek tutkusu taşıyan gazateci tavırları ve yayınları sözkonusu. Türkiye Gazeteciler Cemiyeti öncülüğünde kesinleşmekte olan "Hak ve Sorumluluk Bildirgesi" birçok benzer uluslararası yahut ulusal metinde olduğu gibi bu konulara şu maddelerle atıf yapmaktadır:
"Gazeteci, başta barış, demokrasi ve insan hakları olmak üzere, insanlığın evrensel değerlerini, çok sesliliği, farklılıklara saygıyı savunur. Milliyet, ırk, etnisite, cinsiyet, dil, din, sınıf ve felsefi inanç ayrımcılığı yapmadan, tüm ulusların, tüm halkların ve tüm bireylerin haklarını ve saygınlığını tanır. İnsanlar, topluluklar ve uluslar arasında nefreti düşmanlığı körükleyen yayınlardan kaçınır.Bir ulusun, bir topluluğun ve bireyin kültürel değerlerini ve inançlarını (veya inançsızlığını) doğrudan saldırı konusu yapamaz. Gazeteci her türden şiddeti haklı gösteren, özendiren, kışkırtan yayın yapamaz.Gazeteci, devleti yönetenlerin belirlediği ulusal ve uluslararası politika konularında önyargılara değil, halkın haber alma hakkına dayanır."
Gazetecilikte uç örnek Harvard Üniversitesi'nden Hukuk Profesörü Charles Ogletree 1987 yılında bir yuvarlak masa toplantısı düzenledi. Amerika'nın ünlü gazetecileri ABC'den Peter Jennigs ile Mike Wallace'a sordu:
- Savaşta düşman tarafında çekim yaparken bir Amerikan birliğinin tuzağa düşmekte olduğunu farkettiniz, tepkiniz ne olurdu?
Jennigs, "Elbette canımı tehlikeye atmak pahasına Amerikan birliğini uyarırdım," dedi. Ancak yanında oturan kendisinden daha kıdemli ve ünlü olan Mike Wallace "Öyle şey olur mu?" diye itiraz etti:
- Sen bir gazetecisin, ilk görevin önündeki olayı senden haber bekleyen okur veya seyirciye en sağlıklı biçimde ulaştırmaktır! Bir muhabirin bundan daha kutsal görevi olamaz, sadece haber vermekle görevlidir.Bunun üzerine Jennigs görüş değiştirdi:
- Wallace haklı... Korkakça davrandığımı itiraf ediyorum. Soruya yanlış cevap verdim. Gazetecilik görevimin olaylar karşısında tarafsız kalmamı emrettiğini unuttum!
(Atlantic Monthly dergisinden aktaran Taha Kıvanç. 10 Ağustos 1998 / Zaman)