Çoğu Galatasaraylı için takımlarının maçlarını ilgiyle izleme dönemi birkaç hafta önce geride kaldı. Eskiden tüm planlar o hafta oynanacak maç günü ve saatine göre yapılırken artık herhangi bir doğum günü partisi veya benzeri basit bir etkinlik dahi maçın takibinin önüne geçebiliyor. Zaten bir şekilde denk gelip izlenen karşılaşmaların da ne kadar tat verdiği de ayrı bir tartışma konusu.
Bu sene Galatasaray’ın iyi bir kadrosu olmadığı ortada. Sakatlıklar da takımın düzeninin şaşmasına vesile oldu. Ancak bunların hiçbiri sarı kırmızılıların yenilgisinin galibiyetinden fazla olmasını, ligin altına üstünden daha yakın olmasını ve sonuçta tarihinin en kötü dönemini geçirmesini açıklamaya yetmiyor.
Elbette takımların tavan yapmaları gibi dibe vurdukları sezonlar da oluyor ve bu durum hemen hemen her takımın başına, en az bir kere, gelmiştir. Fakat Galatasaray’daki sorun dönemsel bir formsuzluktan ziyade başlı başına bir “umutsuzluk” sorunu. Zira taraftarlar mevcut durumdan, bu dönemin geçici
Bir büyük takımımız ne zaman teknik direktöre ihtiyaç duysa gündeme gelen isimler nedense hiç değişmiyor: Daum, Lucescu veya Terim. Aslında aynı durum Anadolu takımları için de geçerli fakat orada daha zengin bir havuz ve devamlı yer değiştiren 15-16 teknik direktör söz konusu.
Bu isimlerin temcit pilavı gibi her sene ısıtılarak gündeme gelmesinin nedenini şahsen çözebilmiş değilim fakat aklıma gelen ilk düşünce kulüplerin teknik direktör seçiminde son derece korkak davranıyor olması.
Kulüp yöneticilerinin, teknik direktör konusunda maceraya girmeyip takımlarını bilindik simalara emanet etmek istemelerinin esas nedeni sanıyorum başarısızlıkları, icraatları veya talihsiz demeçleri nedeniyle zaten fazlasıyla eleştirilen bu kişilerin en azından teknik direktör konusunda işi şansa bırakmak istememeleri. Fakat ne gariptir ki günün sonunda aynı yöneticiler en büyük eleştiriyi yanlış teknik direktör seçimleri nedeniyle alıyor.
“Kıyıdan ayrılmayı göze alamayanlar okyanusları asla göremez” diye çok
O zamanlar şimdiki gibi tüm maçlar evimizde oynanmıyordu ama 1996 yılında Galatasaray’a gelmeden önce Hagi’nin ismini devamlı duyardık; tıpkı şimdi C.Ronaldo’nun, Messi’nin veya Robben’inkini duyduğumuz gibi. Karpatların Maradona’sının tam bir dünya yıldızı olduğunu da biliyorduk ama onun ülkemize geldikten sonra mevcut formunu daha da arttırarak sarı kırmızılıları lig şampiyonluğundan sıkılacak, Avrupa’da tarih yazacak ve adeta kupalara doyacak duruma getiren performansı sadece bizim değil kendisini takıma kazandıran Fatih Terim’in beklentisinin dahi üzerinde oldu.
2001 yılında adına yaraşır bir jübile maçıyla yeşil sahalara veda eden Hagi, çok geçmeden kendini tekrar Romanya Milli Takımı’nda buldu fakat bu kez üzerinde forma değil eşofman, ayağında da krampon değil spor ayakkabı vardı. Çağdaş Maradona’nın yeri de orta sahanın rakip yarı alanına bakan bölümü değil yedek kulübesiydi arık; Hagi teknik direktör olmuştu.
Ancak bu kariyer beklentileri karşılayamama bir tarafa çok kötü bir sürpriz ile başladı.
Bernd Schuster ülkemize büyük umutlarla getirilip daha sonra dağ fare doğurdu atasözünün hayata geçmesini sağlayan sayısız teknik adamdan sadece biri. Tıpkı Rijkaard, Tigana, Hagi, Aragones, Del Bosque ve diğerlerinin yaptığı gibi.
İlk bakışta futbolun içinden gelmiş ve tecrübeleri yerli teknik direktörlerimizle kıyaslanamayacak kadar fazla olan bu futbol adamlarının ülkemizde neden başarılı olamadığını anlayabilmek çok kolay görünmüyor fakat bu isimlerin ortak özelliklerini, yaklaşımlarını ve futbolcuları ile ilişkililerini mercek altına aldığımızda ortaya çok net bir görüntü çıkıyor: kötü iletişim.
Sadece ülkemizde değil dünyanın hiçbir yerinde takımı ile iyi bir iletişime sahip olmayan, onların güvenini kazanamayan, gerektiği takdirde onları sadece kendisi için oynamaya ikna edemeyen bir teknik direktörün başarılı olması mümkün değil. Zira her ne kadar biz bu mesleği “teknik direktörlük” diyerek sanki sadece teknik ve taktiksel işlerden sorumlu olmak gibi adlandırsak da işin en az
Dün Dolmabahçe’de her birinin senaryosu pekâlâ uzun metrajlı bir film için yeterli olan ve birbirinin devamı şeklinde çekilen üç kısa film izledik; başrollerde sırasıyla Dia, Ekrem ve Ferrari’nin oynadığı. Bu üç filmdeki esas oğlanların ilk ikisi iyi, sonuncusu kötü adamı canlandırdı ve finalde son sözü söyleyen son yılların rakipsiz jönü Alex oldu.
Kırılma anları her zaman ilgi çekici olmuştur ve futbol takipçileri olarak bu anlara adeta bayılırız. Zira bu anlar bize bolca konuşma fırsatı verir ve futbolun, üzerinde herkesin hemfikir olduğu nadir durumlarından biridir. Fakat bu anlara her maçta tanık olmayız. Dünkü derbideki gibi birden fazla kırılma anının tek doksan dakikaya sığması ise son derece ender görülür; hele bir de bu anlar bir çağı kapatıp diğerini açacak kadar keskin ve önemliyse.
Beşiktaş
Maçta Beşiktaş’ın bir şekilde öne geçip, gol için saldıran rakibini de savunmada az adamla yakaladığı ve bu şekilde ilave gol umutları verdiği bir anda Ferrari’nin
Türkiye’de derbi denince akla öncelikle hırs, gerilim ve stres gelir; iyi futbol bu sıralamada çok arkalardadır. İşte bu yüzden sezonun son haftalarına kalmayan veya şampiyonluğa koşan iki takımı karşı karşıya getirmeyen derbiler heyecansız hatta zevksiz addedilir.
Bu sağlıksız algının tek nedeni yıllar boyunca ülkemizde futbola şekil veren federasyon, kulüp başkanları, medya ve bir kısım spor yazarlarının adeta el ele vererek futbolun bizatihi kendisinden uzak ama kavga ve gürültü temelli, futbol dışı öğelere yakın ve asıl olan tek şeyin kazanmak olduğu bir derbi öğretisi aşılamış olmasıdır.
Aslında bu öğreti sadece derbiler ile sınırlı değil. Ülke futbolunun tüm alanlarına sirayet etmiş bu görgü nedeniyle kulüp yöneticilerinin birbirleri veya federasyon ile, taraftarların rakip taraftarlarla, federasyonun kulüplerle iletişiminde öncelik ve amaç hiçbir zaman iyi futbol değil sadece kazanmak ve haklı çıkmak ki bu durum aynı zamanda futbolumuzun yıllardır yerinde saymasının birinci nedeni. Zira yıllardır bize öğretilen yönetici, taraftar veya
Avrupa Ligi, Süper Lig’e havlu atmış Beşiktaş, Beşiktaş da Avrupa kupalarındaki tek temsilcimiz olması nedeniyle ülkemiz için son umuttu fakat dün akşam itibarıyla her iki macera da hüzünlü bir şekilde sona erdi.
Elbette futbolun içinde her şey var ve buna D.Kiev’in İstanbul’da Beşiktaş’ı elini kolunu sallayarak mağlup etmesi de dâhil. Fakat siyah beyazlılar için asıl mesele çok değil, daha bir ay öncesine kadar tüm camianın izlemekten gurur ve zevk duyduğu takımın bugün başkanından yönetimine, futbolcusundan teknik heyetine kadar kelimenin tam anlamıyla tel tel dökülmesi ve bunun en önemli nedeninin Beşiktaş’ın yaşadığı kimlik erozyonu olması.
Kabul edelim ki Türkiye’de Beşiktaş, Fenerbahçe ve Galatasaray’ın her zaman bir adım gerisindeydi. Ancak bu durum siyah beyazlılar için hiçbir zaman şikâyet konusu olmadığı gibi tribünleri, altyapıdan çokça destekli kadrosu ve saygılı yönetici görüntüsü ile kendine has bir dokuya sahip Beşiktaş’ın taraftarları
Fenerbahçe-Kayserispor maçının ardından Trabzonspor başkanı Sadri Şener’in açıklamaları, maçın sonucundan çok daha fazla konuşuldu. İşin üzücü yanı bu açıklamalara Kayserispor yönetiminin sert bir yanıt vermesi, en üzücü yanı da bordo mavili yönetimin Kayserispor’a daha sert ifadelerle dolu bir cevap yayınlaması oldu.
UEFA’nın ırkçılıktan sonra savaş açtığı ikinci konu saygısızlık. Bu yüzdendir ki Şampiyonlar Ligi veya Avrupa Ligi maçlarındaki tabelalarda veya maçları yayınlayan televizyon kanallarında bol bol “saygı” sloganı ile başlayan ve devamında hakemlere, rakibe, oyuna şeklide devam eden bir sloganı görüyor, işitiyor ve okuyoruz.
Sadri Şener’in, kendi tabiri ile “ironi ile süslenmiş” açıklamaları oldukça gereksiz bir çıkış, Kayserispor yönetiminin olayı başka boyutlara götüren yanıtı haddinden fazla sert bir açıklama, bunun üzerine bordo mavililerin artık tüm gemileri yakan açıklaması da futbolumuz için bir fiyasko oldu.
Meğer alttan