AKP’nin, MEB, YÖK ve üniversiteler gibi TÜBİTAK’ta da kadrolaşmaya gittiğine yönelik ciddi işaretlerin olduğunu ve 31 Temmuz’da TBMM’den geçen yeni TÜBİTAK yasasıyla bunu pekiştirdiğini dün dile getirmiştik. Bugün ise olaya farklı bir pencereden bakacağız.
TÜBİTAK, şimdiye kadarki iktidarlar tarafından hiçbir zaman “arka bahçe” olarak görülmedi. Bu konuda girişimde de bulunulmadı. TÜBİTAK ile en yakından ilgilenen politikacı Erdal İnönü oldu. O da ileriki dönemlerde, TÜBİTAK’ın tümüyle siyasetin dışında kalması için radikal önlemler aldı. AKP’nin rahatsızlığı bu yüzdendi. Yasal değişikliği de bu yüzden yaptı. Bilim Kurulu’na istediği gibi üye atayamıyor, başkan seçemiyor ve TÜBİTAK’ı kontrolü altına alamıyordu. Şimdi her şey Başbakan’ın kontrolüne sokuldu.
İyi mi oldu, kötü mü? Peşin konuşmak yanıltıcı olur diyenler var. Ama MEB, YÖK ve yeni kurulan üniversitelere bakıldığında, TÜBİTAK’ta farklı bir manzaranın ortaya çıkmasını beklemek sanki hayalcilik olur. Ama en azından bu konuda yanılan olmayı çok isterim. Çünkü TÜBİTAK sıradan bir yer değil.
TÜBİTAK yasasında ille de bir değişiklik yapılacaksa, bu değişiklik, TÜBİTAK’ın misyonunun yeniden belirlenmesi olmalıydı. TÜBİTAK bilime yön veren ilkeleri mi belirleyecek, bilime ayırılan kaynakları mı dağıtacak, yoksa çeşitli birimler kurup bütçenin aslan payını kendisi mi harcayacak?
Dünden bugüne, bu konuda çok şaibeler çıktı. Çok sözler söylendi. Söylenmeye de devam ediyor.
Dünyadaki benzeri kurumlar, vizyona ve kaynaklara yön veriyor. Oysa TÜBİTAK bilim üretmeyi teşvik etme, yönlendirme, yaygınlaştırma yerine kendisi bu işe soyunuyor. Önce bu yanlıştan kurtulması gerekirdi. Ayrıca üniversitelerle kıyaslandığında öylesine çifte standart söz konusu ki, bu da, bu konulara yön verenlerin nasıl bir kafa karışıklığı içinde olduklarının en önemli göstergesi...
TÜBİTAK Başkanı Nüket Yetiş, göreve başladığında, bilimin yaygınlaştırılması ve sevdirilmesinin öncelikli görevi olduğunu söylemişti. Arkadan da üretim patlaması gelecekti. Siz bir farklılık görebiliyor musunuz?..
Taşeronluktan vazgeçmeli
Bazı sendikalar ücretli öğretmen sayısının 100 bini aştığını söylüyor. Üstelik 200 bin öğretmen açığı ve 250 bin işsiz öğretmen varken. Yani ihtiyaç olduğu halde ataması yapılmayıp düşük ücret ve sosyal hakların pek çoğundan yoksun olarak çalıştırılan tam 100 bin öğretmen söz konusu.
Sosyal bir hukuk devletinde böylesine bir adaletsizlik olur mu? Hem de ismi Adalet ve Kalkınma olan bir parti iktidardayken. Ama oluyor. Hem de yıllardır.
Türkiye’de eğitimin belirli bir düzeyin üzerine çıkmasını istiyorsak, her şeyden önce sağlıklı bir öğretmen politikasının olması gerekir. Vekâleten yöneticiler ve gelecek kaygısı içinde olan öğretmenlerle iyi eğitim veremezsiniz. Gerçekten ihtiyaç duyulan alanlara değil de kadrolaşmaya katkıda bulunacak atamalarla, eğitimde çağı yakalayamazsınız. İşte bu yüzden çağdaş bir eğitim için, önce çağdaş bir öğretmen atama sisteminin geliştirilmesi gerekir. Ama nerdeeee!
5 yıldır Anayasa da dahil her türlü yasayı değiştiren, yüz milyarlarca dolarlık ekonomi yaratan, gelmiş geçmiş tüm hükümetlerden daha fazla eğitim yatırımı ve öğretmen kadrosu açtığını iddia eden iktidar, neden Türkiye’nin öğretmen sorununu çözmüyor?
Başbakan Erdoğan’ın iktidara gelmeden önceki görüşlerini geçtiğimiz hafta yayımladık. Biz bu sorunu çözeceğiz diyordu. Neden hâlâ üstüne gitmiyor? Ellerini tutan mı var? Yoksa engelleyen mi?..
Özetin özeti: Eğitim ve bilim, ülkelerin bugününe değil geleceğine yön veren, yüzyıllara damgasını vuran çok ciddi alanlar. Günlük siyasetin malzemesi haline getirilmemelidir...