Altan Öymen ve Onur Öymen, babaları Hıfzırrahman Raşit Öymen ve Münir Raşit Öymen’in yaşam öyküsünü kaleme aldı:
“Başöğretmenin Yolunda Atatürkçü İki Eğitim Gönüllüsü”
Aslında onların bu hikayesi Osmanlı’dan Türkiye Cumhuriyeti’ne dönüşümün bir hikayesi. Osmanlı vatandaşı olarak doğdular, Türkiye Cumhuriyet’iyle benliklerini buldular, eğitim sevdalarıyla da hani o Mustafa Kemal’in her fırsatta dile getirdiği “geleceğin mimarları” arasında yerlerini aldılar. İşgallerin, savaşların, ayaklanmaların yaşattığı acıları, yoksulluğu, saltanattan cumhuriyete dönüşümünün tüm sancılarını iliklerine kadar yaşadılar. Devlet bursluluk sınavlarını kazanarak Almanya’ya kıvılcım olarak gittiler, meşale olarak dönüp ülkemizi aydınlattılar. Öğretmen olarak ülkeyi baştan başa gezip öğretmenlik yaptılar, bürokraside, siyasette görev aldılar, çağdaş eğitim sisteminin oluşmasına büyük katkılarda bulundular. Mustafa Kemal, Milli
Dünyanın her yerinde doğan her çocuk masumdur. Onları canavara ya da meleğe dönüştüren içinde yaşadıkları ortamdır.
Her felaketten sonra hep sonuçları tartışıyoruz ama o noktaya nasıl gelindiği hiç sorgulanmıyor…
Günde 500 test çözdürerek sınav köleleri haline getirdiğimiz çocuklarımıza görev aşkı, iş disiplini, liyakat, sorumluluk bilinci ve en önemlisi de insani değerlerle birlikte ülke ve millet sevgisi, aidiyet duygusu kazandırsaydık, vicdan sahibi olmalarını sağlayabilseydik böyle mi olurdu?
“Her şeyin başı eğitim” derler, gerçekten de öyle!
Ama nasıl bir eğitim?
İdeolojik değil, pedagojik olmalı. Referans olarak da aklı, bilimi, çağdaşlığı esas almalı. Milli ve manevi, değerlerle donanmış olmalı. Her şeyden önce de her yönüyle iyi bir insan yetiştirmeli…
Peki bu, felaketleri, faciaları, savaşları, yoksulluğu, doğa tahribatını, vicdansızlığı, aç gözlülüğü, suç işlemeyi, para ve güç hırsını önlemeye yeter mi?
Tüm bu olumsuzlukları belki tümüyle önleyemez a
2010 yılında İstanbul Beykoz’da kurulan Türk - Alman Üniversitesi (TAÜ), Galatasaray Üniversitesi gibi devletler arası anlaşma ile güvence altına alınan “ayrıcalıklı” bir devlet üniversitesi.
Öğrenim dili Almanca. Fen, Hukuk, İktisadi İdari Bilimler, Mühendislik, Kültür ve Sanat Bilimleri fakülteleri, Fen ve Sosyal Bilimler Enstitüsü ile Yabancı Diller Yüksekokulu bulunuyor. Ayrıca alanında oldukça iddialı iki teknoloji parkına sahip. 4 bin 500 civarında öğrencisi var. Hedef 6 bin öğrenci…
Rektör Prof. Dr. Cemal Yıldız gibi Almanlar tarafından görevlendirilen Genel Koordinatör Prof. Dr. Ferit Küçükay da bir hayli deneyimli. Akademik donanımlarının yanı sıra saha tecrübeleri de dikkat çekiyor.
Yıldız, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Alman Dili ve Edebiyatı mezunu. Dilbilim, metindilbilim, dil edinimi, yabancı dil ve anadili öğretimi konularında uluslararası deneyime sahip. Berlin Büyükelçiliği Eğitim Müşavirliği’nin yanı sıra MEB Yükseköğretim ve
Cumhuriyet tarihi boyunca eğitimle ilgili büyük hayallerimiz vardı. Pek çoğunu gerçekleştirdik ama daha alacak yolumuz var.
Fiziki altyapı büyük ölçüde sağlandı. Her ne kadar köy okulları kapatılmış olsa da eğitime erişim konusunda artılarımız, eksilerimizden çok daha fazla. Eksik olan kalite, liyakat ve planlama. Eminiz ki bu konuda da yeterli duyarlılık oluşacak ve gereği yerine getirilecektir.
Sınav ve diploma odaklı eğitim, tüm dengeleri altüst etmekle kalmadı, eğitimi şirazesinden de çıkarttı. Tamam isteyen herkesi diploma sahibi yaptık da, değişen ne oldu?..
Zorunlu eğitimin önce 8, sonra da12 yıla çıkartılmasının amacı üretimin artması, yaşam kalitesinin yükseltilmesi, demokrasinin güçlenmesi, insan hakları ve yurttaşlık bilincinin vazgeçilmez hale getirilmesi ve en önemlisi de işsizliğin azaltılmasıydı!
Peki bu öngörülerimizin ne kadarı gerçekleşti?
Sayısal anlamda çok yol kat ettik ama ne istediysek tam tersi oldu. En büyük darbeyi de mesleki eğitim aldı. Kalifiye eleman sayısında hızla düşüş yaşandı,
Bugün karne günü, milyonlarca ilk ve ortaöğretim öğrencisi karne alacak.
Hadi gelin bugün bir değişiklik yapalım ve öğrenciler yerine kendimize ve özellikle de MEB’e karne verelim!
Eğitimde kim, ne kadar sorumluluklarını yerine getirdi? Böbürlenme, eleştiri ve kabahatli aramanın ötesine geçip kim, ne yaptı?
Hangi konularda taşın altına kim elini koydu?
Örneğin MEB, YÖK, ÖSYM, üniversiteler, rektörler, müdürler, öğretmenler, veliler ve biz medya mensupları üzerimize düşenin ne kadarını yaptık? İçimizde alkışı hak edenler, sadece ve sadece, daha iyisi olsun diye çırpınan öğretmenler, öğrenciler ve bir de velilerdi.
MEB, YÖK ve ÖSYM’nin karnesi ne olur?
MEB’in karnesi, dayatmacılığı, kararsızlığı ve zikzaklar nedeniyle zayıflarla dolu olur. YÖK ve ÖSYM’nin karnesi de MEB’inkinden aşağı kalmazdı. Çünkü olup biteni sadece seyretmekle yetiniyorlar. Örneğin hormonlu notlarla, sıfır çekenlerle, dibe vuran sınav ortalamalarıyla, üniversiteyi yarıda bırakanlarla, bitirip işsiz
Eskiden “öğrencilik en keyifli bir dönem. Uzat uzattığın kadar” görüşü hakimdi. Üniversitelerde 4 yıllık bölümü, 4 yılda bitirenlerin oranı yüzde 50’yi bulmaz, bir o kadarı da sürekli bölüm ya da üniversite değiştirirdi…
Öğrenim ücretleri ve yaşam giderleri artık öylesine pahalı hale geldi ki, devlet üniversitelerinde okumak bile lüks oldu. Öğrencilere verilen burslar, barınmaya, yemeğe ve ulaşıma yetmez hale geldi. Ailelerinden gelen cep
harçlıkları ile ay sonunu getirmek için de her türlü fedakârlığa katlanmaları gerekiyor…
Özel okullarda ya da vakıf üniversitelerinde okumak için ise adeta servet gerekiyor. Gelecek öğrenim yılına yönelik ücretleri karşılamak, pek çok aile için altından kalkılamayacak bir yük haline geldi. Peki bu kimin umurunda?
Kapısında öğrenci bekleyen kolejler, sanki bu ülkede yaşamıyorlar gibi, sanki bugüne kadar velilerin desteği ile bu noktaya gelmemişler gibi “giden gider kalanlar bize yeter”
Milletleri millet yapan bazı ortak değerler var ki onlar asla göz ardı edilemezler. Eğitim de onlardan biridir. “Milli” olması bu yüzdendir. Eğitimin kaynaştırıcı özelliğini bir kenara itip ona ayrıştırıcı, eleyici, mutsuz edici bir kimlik yaftalamaya kalktığımızda içinden çıkılmaz bir hal alır. Devletlerin anayasa ve yasalarla güvence altına alınmış bir eğitim politikası olur, iktidarlar da kimi öncelik sıralamasında ilk sıraya alarak, kimi de hiç umursamayarak onu hayata geçirir. En olmaması gereken ise bakandan bakana değişen bir eğitim politikası ki, biz bunu çok seviyoruz. Eğitimde bir an önce kurtulmamız gereken en büyük yanlışlarımızdan birisi de budur!..
Bardağın yarısı!
Her ne kadar kimileri eğitimde çağ atladığımızı, öğretmen başına düşen öğrenci ve derslik sayımızın Avrupa ortalamasından daha iyi olduğunu, okullaşma oranlarının inanılmaz boyutlara ulaştığını, akademik anlamda OECD ülkelerine nal topladığımızı iddia etse de tablo ortada!
İstatistiksel açıdan baktığımızda evet eğitimde çok yol kat ettik. İddia edildiği gibi son 20 yılda Cumhuriyet
Cumhuriyet’in en büyük hedeflerinden biri de kızlarımızın önünün sonuna kadar açılmasıydı. Açıldı da.
Kadınlara seçme ve seçilme hakkı tanıyan ilk ülkelerden biriyiz.
Üniversitelerdeki öğrenci sayısı, birçok bölümde erkekleri geçti. Öğretmen ve araştırma görevlisi sayılarında da açık ara öndeler.
Onlar hayatın içine girdikçe üretim arttı, üretim ve kalite arttıkça da refah yükseldi.
Haydi kızlar okula kampanyaları ve türban yasağının kalkmasından sonra ise kız öğrenci ve mezun sayımızda adeta patlama yaşandı.
Gidişattan herkes memnundu. Kızlar, okuyor, mezun oluyor, iş buluyor, para kazanıyordu.
İktidarlar, aileler ve gençler mutluydu. Devamı gelmeliydi. Bir yere kadar geldi, sonra zınk diye durdu…
İnsan gücü planlaması yapmadan, istihdam odaklı eğitim modelleri geliştirmeden, ülke ihtiyaçları göz önünde bulundurulmadan her ile neredeyse her ilçeye üniversite ya da fakülte ve yüksekokul açtık.