İlişkilerde çiftler arasında kaç yaş fark olmalıdır, kaçtan sonrası “yok artık” dedirtir, kesin bir cevap yok elbette. İki taraf da yetişkinse zaten kimseyi ilgilendirmemeli. Sinir bozucu olan, burada da hayatın hemen her alanında geçerli olan çifte standart mekanizmasının tam gaz çalışması. Erkek büyükse 50 yaşa kadar yolu var, kimse sormaz. Kadın büyükse… Kadın büyük olmasın. Tut ki oldu, sürekli yaşla ilgili hadsiz sorulara cevap versin, “oğlunuz mu?” densizlikleriyle baş etsin, ünlüyse çıkan her magazin haberinde parantez içinde yaşı vurgulansın. Bunun bedelini sürekli ödesin.
Şu sıralar online platformlarımız sözleşmiş gibi kadının yaşının büyük olduğu film ve dizileri yayına soktu peş peşe. Sanırım bir tür yazlık peri masalı kontenjanından. Akımın bizdeki temsilcisi “Ru”; 38 yaşındaki Reyan (Meryem Uzerli) ile 18 yaşındaki Uzer’in (Burak Berkay Akgül) şahane Urla doğasında geçen aşkını anlatıyor. Tanıtım metni “38 yaşında bir kadın ve 18 yaşında bir erkek” cümlesiyle
Kadınlara dair bu toplumda yerleşmiş – çoğunun gerçekle alakası olmayan – bir takım inanışlar, yine kadınlar tarafından beslenip büyütülmeseler muhtemelen sonları gelecek. Misal, her kadın evlenmek ister, hepsinin emeli bir beyaz atlı (veya atsız, aslında koca çıtası çok yüksek sayılmaz) prens bulup nikâh masasına oturmaya ikna etmektir. Böylece ‘dünya evi’ne girmiş, sonsuz mutluluğun anahtarını cebine koymuş olur. Erkekler neden o cennet gibi ‘dünya evi’ne girmek istemez de katakulliye getirilmiş sayılırlar, orası muamma. Bir deli kuyuya bir taş atmış, nesiller bu inanışla büyüyor.
Neyse ki mutlu bir hayatın anahtarının evlilikte ya da ilişkide değil kendi isteklerimiz, yeteneklerimiz, hayallerimiz doğrultusunda bir yol çizebilmekte olduğunu bilen kuşaklar bütün dayatmalara rağmen geldi, geliyor. Bir de kadınlar bu son derece erkekten yana bakış açısını benimseyip devam ettirmese…
Bu anlamda örnek teşkil edecek bir sohbet izledik bu hafta. “Ru” adlı dizide 38 yaşında kendisinden 20 yaş genç bir erkekle aşk yaşayan
Birilerinde “Yeter artık, nedir bu bitmek bilmez yaşama arzusu, ölümlü olduğunuzu kabul edin işte” tepkisi yaratsa da sanıyorum çoğumuz karşımıza çıkan “Yaşlanmak tarih olacak” linklerine tıklıyoruz. Genelde de salatalığı sık suyunu iç, yoğurda zerdeçal koy gibi değerli öneriler çıkıyor altından.
Ama biri var ki, gerçekten en iddialı cümleler en inandırıcı şekilde onun ağzından çıkıyor: Doktor Ayşegül Çoruhlu. Şu sıralar başımızı her çevirdiğimiz noktada o var ve sağlıklı / uzun yaşam konusunda devrim niteliğinde değişikliklerin kapıda olduğundan söz ediyor. Kendisi İstanbul Tıp Fakültesi mezunu, ihtisasını biyokimya dalında yapmış bir doktor, öncü bir ‘longevity uzmanı’.
Ben YouTube kanalındaki videolarıyla birkaç yıl önce tanıştım. “Hızlı kilo vermenin ipuçları” gibi başlıkları tıkladım, karşıma popüler dile yanaşmak gibi bir çabası olmayan, ciddi bir doktordan biyokimya dersleri çıktı. Hücre yapılarımız, organlarımızın işleyişi derken kendimi bünyede neyin neden olduğuna
Hayatta sık sık kimi alanlarda neden çok az sayıda kadına rastlandığı üzerine mini münazaralara girmişimdir. Hayli eskimiş bir tartışma tabii ama karşınıza kadınların ‘o alanda’ yetenekli olmadığı gibi bir argüman geldiğinde gene de tutamıyorsunuz kendinizi. Bilim olabilir bu alan, sanatın bir dalı olabilir; şiir olabilir, komedi olabilir. Gözlerimle orta yere kadından yönetmen olmaz yazan oyuncu görmüşlüğüm var, ne denebilir ki. Sanırsınız bütün şartlar eşit, hep eşit oldu da kadınlar tembellikten ya da beceriksizlikten yan çizdi.
İzlediğim dizi; 1950’li - 60’li yıllarda kendisini tamamen erkeklerin egemenliğindeki (tabii o zaman mutfak hariç bütün alanlar erkek egemenliğinde) bir dünyada kanıtlamak durumunda kalan çok yetenekli, bilgili ve tutkulu bir bilim insanının: kimyager Elizabeth Zott’un gerçekten ilham veren hikâyesini anlatıyor. Yine kelimenin yerli yersiz kullanılıp ayağa düşen değil gerçek anlamıyla ‘sıra dışı’ bir kadın Elizabeth. Ve vasatların dünyasında işi çok zor çünkü
Bazı insanlar bu dünyayı başka canlılarla paylaştığımız, onların da yaşamaya - en az - bizim kadar hakkı olduğu gerçeğini kabul etmez, kendisini sırf insan olarak doğduğu için ayrıcalıklı zannederken bazılarına da doğanın, ağacın, bitkinin, hayvanın haklarını daha fazla savunmak düşüyor. Hatta kendisi kadar şanslı olmayan başka insanların da. Zaten bunu zaten başka türlüsünü akıllarına bile getirmedikleri için kendiliğinden yapıyorlar. Tekrar şu sıralar insandan en çok çeken hayvanlara dönersek, bu insanlar evlerini, hayatlarını paylaştıkları bir hayvan dostları olduğu zaman ona nasıl saygı ile davranıyorlarsa sokaktakilere aynı saygıyla yaklaşıyor, onları hoyratlıklara karşı ‘sahipsiz’ bırakmamaya gayret ediyorlar.
Bunları bana - bir kez daha – düşündüren, ne kadar düşkün olduğunu bildiğim kedisi Şati’yi yakın zamanda kaybeden Deniz Çakır’ın yaşadığı acıyı dönüştürdüğü iyilik oldu. Daha önce de yaptığı kolyeleri, bilezikleri görmüştüm, el sanatlarına yatkınlığı, becerisi ve sabrı var. Bu sefer
Bir yazı daha kendi Ege sahillerimizde otururken Yunan adalarından birinde olsak çok daha az para harcayacağımızı konuşarak karşılamış bulunuyoruz. Dokuz günlük bayram tatilinde deniz kenarına gidebilen şanslılar için konuşuyorum elbette. Sadece perşembe günü Bodrum’a 20 bin aracın giriş yaptığı haberleriyle karşılaştığımıza göre çok da az olmayan bir kitleden. Gözümüzle de görebiliyoruz zaten. Muhtemelen bir-iki güne de akmayan sulardan kesin olarak anlayacağız.
İlk cümleme dönersek, maalesef o da tam olarak gerçeği yansıtıyor. Evet, euro ne kadar yükselirse yükselsin bizim işletmeler bir Avrupa tatilinden daha yüksek bir maliyet çıkarmayı başarıyor müşterinin karşısına. Herhalde diyorum amaçları Yunan turizmini desteklemek. Başka açıklaması olamaz bu vasat kalite – yüksek fiyat politikasının. Üstüne de gürültü patırtı, kalabalık. Eğlenceden anladığımız şey her taraftan yükselen, birbirine karışan bol cıstaklı müzik. Bir deniz sesi, bir kuş sesi değil… İnsanın sözde denizle, doğayla baş başa
Bilmiyorum, belki de böyle böyle geçiliyor ‘dinozor’ saflarına. Teknolojik gelişmeler karşısında dehşete düşmeye, “yok artık” demeye, eski günleri özlemle anmaya başlayarak. İnsanların aralarına ekran engeli koymadan konuşabildiği, her masaya dört cep telefonu düşmeyen, kafaların öne değil birbirine dönük durduğu günler o kadar da eski değil üstelik. Üzgünüm, daha güzeldi. Konuşuyorduk, dinliyorduk, hatta neredeyse birbirimizi anlıyorduk. Belki de şaşırmak lazım olanlara. Tuhaf çünkü.
Ne bileyim, kısa süre öncesine kadar bir masada otururken konuştuğumuz her şeyin beş dakika içinde sosyal medya hesaplarımızdan birinde karşımıza reklam olarak çıkmasından ‘şüpheleniyorduk’. Dinliyor muydu bizi cep telefonumuz acaba? Şimdi eminiz, şaşırtmaz oldu bizi 7-24 takip edilmek. Hayatımız Siri’nin ellerinde, bir Apple kullanıcısı isek ve biz bunu kabullendik. Diğer cihazların da kendi Siri’leri var tabii.
Bir süredir artık Yapay Zekâ’nın bilinmez sularına geçmiş durumdayız ve her an her şey
Bu yazıyı kendisi yazıyor olsa muhakkak “Falanca da işi iyice abarttı” derdi ama ben bir öğrencisi olarak kendisinin iyi gazeteci olduğu kadar sahneyle de arasının iyi olduğunu biliyor ve hiç şaşırmadan söylüyorum: Gazeteci Tuğrul Eryılmaz tek kişilik gösterisi “Gonzo Tuğrul” ile sahnelere döndü. Evet, ‘döndü’, çünkü bu işi Bilsak Beşinci Kat’ta ilk denediğinde sene 1998-99 gibiydi, biz beraber Radikal İki’yi yapıyorduk, gerçekten unutulmaz bir geceydi. Kendisi ise yıllarca “Beni zorla çıkardılar” demişti, bu kez de Sahne Joker tarafından ‘zorlanmış’ durumda.
Sahne Joker, İstiklal Caddesi’nde, Halep Pasajı’nın içinde, bir zamanlar Maya Cüneyt Türel Sahnesi olan salon. 12 yıldır hanın altıncı katında bulunan Joker Yapım tarafından ele alınıp çok amaçlı bir salon haline getirilmiş, açılışını da biletleri anında tükenen “Gonzo Tuğrul” gösterisiyle yaptı. (Bu arada ‘gonzo’ sıfatını Hunter S. Thompson’dan ödünç alarak, gazetecilikte